19 Ocak 2010 Salı

TECAVÜZÜN UTANCI KİMİN? (2)

bir konu. Evet eminim kime sorarsanız tecavüze karşıdır. Ama yine de bir kadın tecavüze uğradı mı özellikle erkekler tecavüze uğrayan kadının erkeği tahrik edip etmediği üzerine tartışabiliyorlar. Nitekim 1998 de yapılan bir araştırmada “kadınlar dış görünüşleri ve davranışları ile ırza geçmeyi kışkırtır” görüşüne araştırmaya katılan polislerin yüzde 64’ü stajyer hakim ve avukatların yüzde 54’ü evet cevabını veriyor. Yani eğer dış görüşünüz ,kıyafetiniz ,davranışınız toplumun değer yargılarının dışında ise,toplumun “hafifmeşrep” diye nitelendirdiği bir durumda ise siz kadın olarak ırza geçilmeyi kışkırtır durumdasınız. Bu şartlarda tecavüze uğrayan bir kadın polise ve hakimlere nasıl güvenebilir ki? Tecavüze uğrayan bir kadın şikayette bulunursa muhtemelen bütün özel hayatı didiklenecek ,
“ ahlaklı “ olup olmadığı sorgulanacak , acaba tecavüzcüyü tahrik etmiş mi etmemiş mi araştırılacaktır

Yıllar önce beni çok etkileyen Jodie Foster’ın başrölü oynadığı bir film izlemiştim. Filmi adı “Sanık” tı. Filmde başrol oyuncusu kadın, Sarah, bir bara gidiyor. Kıyafeti açık saçık. Barda bir adamla dans ediyor ve adam da bu kadar serbest bir kadına tecavüz etme hakkını buluyor. Bardaki diğer erkeklerde tecavüze katılıyor. Ve bunu ellerinde bira bardaklarıyla keyif içinde “erkekliklerini” kanıtlama adına yapıyorlar. Film bu olayın üzerine gelişen mahkeme safahatını anlatıyordu. Ve mahkeme Sarah’ın erkekleri “tahrik ederek “ tecavüzü hak ettiği üzerine gelişiyor. Film kadının her şart altında “hayır” deme hakkı olması gerektiğini savunuyordu.

Gerçektende “tahrik etme” üzerine kurulan bir mantığın sonu olabilir mi? Kime göre tahrik etme.? Kim hangi erkeğin ne zaman tahrik olacağını bilebilir ki? Bir tanesi pantolon giyen bir kadından,diğeri etek giyenden etkilenebilir. Bu erkek milletinin neden tahrik olup olmadığını bu yaşıma geldim hala anlamış değilim. Kadınların erkekleri tahrik ettiği için suçlanmaları tarihler boyunca ve bütün dinlerde mevcuttur. Kadın içinde şeytan ve kötülüğü barındırır bunun için de örneğin İslam’da kara çarşaflar içinde kapanmalıdır. Yani erkek tahrik olmasın diye kadın örtünmelidir. Varılan nokta burasıdır. Kimse de dönüp adama “sen de tahrik olma be adam” demez.

Feminist kadınların 1998 yılında açtıkları “bedenimiz bizimdir “ kampanyası bu açıdan çok önemlidir. Kadınlar istediği gibi giyinebilmeli , kocaları dahil istemiyorlarsa zorla cinsel ilişkiye girmeye zorlanmamalıdır. Tecavüzün ve saldırganlığın suçu kadınlara değil erkeklere ait bir suçtur. Erkekler de “tahrik olmamayı” öğrenmeli ve eğer kadın “HAYIR” diyorsa ona saygı göstermelidirler.

DİLİN CİNSİYETİ VAR

Deborah Tannen kadın ve erkek iletişimi ve dili üzerine araştırmalar yapan ve bu konuda kitapları olan Amerikalı bir dil bilimci. Deborah Tannen söylemek istediğimiz şeyi nasıl söylediğimiz önemlidir diyor . Ve dilin nasıl kullanıldığının öğrenilen ve toplumsal bir davranış olduğunu belirtiyor. Bunun sonucu her yerde olduğu gibi iş yerlerinde de kadın ve erkeklerin birbirlerini algılamaktaki problemler üzerinde duruyor.

Kadın ve erkekler çocukluklarından itibaren farklı dil ve tavır geliştiriyorlar Kız çocuklar birbirlerine üstülük taslamıyorlar ve aralarında konuşurlarken duygularını ifade ediyorlar. Oysa erkek çocuklar için ise yetenekleri ve bilgilerini ortaya koymak,meydan okumak, fıkra ve hikayeler anlatarak sahnede olmak önemlidir. Bunun sonucu erkekler kendilerini bir üst konuma getirecek bir konuşma tarzı benimserken kadınlar anlayış temelinde karşısındakini bir alt konuma düşürmeyecek bir tarz benimsiyorlar.

Yapılan araştırmalar kadınların kesin konuşma, fikirlerini empoze etme konusunda daha az yetkin olduklarını gösteriyor. Burada özgüven eksikliği gibi algılanan davranışın aslında övünmekten kaçınma gayreti olduğu açıktır.

Kadınlar ilgi ve duyarlılıklarını göstermek için “özür dilerim” “üzgünüm” gibi kelimeleri kullanırken pek çok erkek kendisini bir alt konuma düşüreceği endişesiyle özür dilemekten kaçınır. Kadınların herhangi bir konuda eleştiri yapmadan önce olumlu yanlarını dile getirip eleştiriyi hafifletmeye çalışırken erkeklerin direkt eleştirmekten çekinmedikleri görülmüştür. Birebir tartışmalarda etkin katılımcı olan kadınların erkeklerin çoğunlukta olduğu toplantılarda suskun oldukları gözlenmiştir.

Bu durumu yaptığımız toplantılarda pek çok kez yaşadık. Kadın konusunda yaptığımız toplantıya katılan erkeklerin kadınlara akıl verir biçimde sözü ele geçirip toplantıya damgalarını vurmalarına çok şahit olduk. Bundan dolayı zaman zaman sorunlarımızı tartıştığımız toplantılara erkekleri almadık ve bunun nedenini bir türlü anlamayan erkekler tarafından eleştirildik. Oysa biz erkeklerin bizi değil kendilerini eleştirmelerini ve sorgulamalarını bekliyoruz. Ayrıcalıklı konumlarının avantajlarını kullanmaktan vazgeçmek konusunda kendileriyle hesaplaşmalarını istiyoruz.

Bütün bu dil farklılıkları sonucu iş yerinde kadınların takdir edilmemesi ve görevlerinde erkeklere göre daha zor yükselmeleri başka diğer etkenlerle birlikte önemli bir nedendir.

MEDYANIN VAHŞETE ÇAĞRISI

Kendimi bir süredir bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Uzun süredir şiddete karşıyım. Haklı şiddet haksız şiddet ayırımına karşıyım. Her türlü mücadelenin şiddet içermeyen yollarla yapılması bunun için farklı mücadele yöntemleri geliştirilmesine inanıyorum. Ama tabi devletin en basit protestoya bile uyguladığı şiddeti görünce zaman zaman acaba yanılıyor muyum diye düşünüyorum. Karşınızda size ezen, tepkinizi dile getirmenize mani olan bir devlet varsa siz de 18 yaşınızda başında kavak yelleri esen bir gençseniz ne yapabilirsiniz ki.? Başımda kavak yelleri esen yaşımı geceli çok olduğu halde ben bile zaman zaman onlarla yollara düşmek, gerekirse onlarla coplanmak ve biraz olsun vicdanımı rahatlatmak istiyorum. İçimde oluşan tepkiyi ifade edememek. sesimi duyuramamak beni kahrediyor.

Şu andaki bilgilerimize göre cezaevlerinde bulunan ve devletin koruması altında olan 26 kişi öldü. 2 de asker. Söylentilere göre ölü sayısı daha da artacak. Ne adına? Devlete göre “Hayata döndürme” adına. Hiçbir güç beni buna ikna edemez. İnsanlar öldürülerek yakılarak hayata döndürülebilir mi? Nitekim bugünkü açıklamaya göre hala pek çok kişi ölüm orucu ya da açlık grevi olarak eylemlerini sürdürüyorlar. “Hayata döndürmeye” meraklı olan devlet hadi bakalım şimdi ne yapacaksın.? Daha kaç kişi ölecek? Cezaevindeki kişinin elindeki son silah ölüm orucu. Kamuoyuna sesini duyurmanın hemen hemen tek yolu. Zaten ancak ölümün sınırına gelince biraz olsun seslerini duyuyoruz. F tipi nedir ,neden istemiyorlar üzerine düşünüyoruz, tartışıyoruz.

Bu olaylar sırasında üzerimde en fazla medyanın şiddetini ve terörünü hissettim. Bizi vahşeti savunmaya çağırdı. Devletin adalet bakanı bile daha ehven geldi gözüme. Bütün TV kanalları bütün yayın organları ağız birliği etmişcesine cezaevindeki devletin denetimi altındaki insanlara yüklendiler. F tipi cezaevlerini adına , devletin şiddetini savunmak adına kanımca pek çok şeyi abarttılar. Ekranlarda yemek bıçaklarını, ranzaların demirlerini , yemek tüplerini , pankartları en büyük suç aletleri gibi gösterdiler.

Devletin topu tüfeği ve askeriyle cezaevlerine saldırmasını 28 kişinin ölmesini nasıl haklı çıkarırız diye çırpınıyorlar ? Devlet cezaevlerini kontrol edemiyor diye onlarca insanın ölmesi mi gerekiyor.? . Neden ekranlarda tutuklularla görüşülmedi ve ne dedikleri dinlenmedi.? Neden ailelerle, avukatlarla görüşülmedi.? Neden hep tek taraflı verildi bütün bilgiler? Öldürmenin neden savunması yapıldı? Öldürmeyi haklı çıkarmak için neden bu kadar çaba gösteriliyor? Ve medya tarafından toplum neden şiddeti mazur görür hale getiriliyor? Bundan daha büyük bir şiddet olabilir mi?

ERKEKLERİN KENDİLERİNİ SORGULAMASI

İlk yazımda her hafta bir köşede yazmakla ilgili endişelerimi belirtmiştim. Bu hem bir disiplin meselesiydi hem de acaba yazılarımı kim okuyordu, ne düşünüyorlardı? Acaba bazı soru işaretleri yaratıyor muydum yoksa sıradan herkesin bildiği şeyleri mi yazıyordum? Kendimi böyle sorgularken ilk okuyucu mektubumu aldım. Ve tahmin edebileceğiniz gibi çok mutlu oldum.

Hani bazı köşe yazarları çok fazla okuyucu mektubu aldıklarından, cevaplayamadıklarında şikayet ederler ya. Neden ederler anlayabilmiş değilim. Meğer okuyucu mektubu ne kadar önemliymiş En azından birileri sizi okuyor ve üzerinde düşünüyor. Bana mektup yazan okuyucuma bundan dolayı müteşekkirim.
Okuyucum mektubunda şöyle diyor:”“Dilin Cinsiyeti Var yazınızda söyle bir bolum var:"erkeklerin bizi değil, kendilerini eleştirmelerini ve sorgulamalarını bekliyoruz. Ayrıcalıklı konumlarının avantajlarını kullanmaktan vazgeçmek konusunda kendileri ile hesaplaşmalarını istiyoruz."

Ben bu bolumu okuyunca, inanın şöyle hissettim: "Ayrıcalıklı bir konumun
avantajını kullanmak haa? Yakışmaz erkek adama. Derhal vazgeçiyorum."

Sonra da bu karikatür gibi ruh halime bakıp, "erkeklik övgüsüne
yüceltmesine dayanan bir motivasyonla da olsa, eşitlikçi bir yöne doğru yol
almakta bir sakınca var mı ki?" diye sordum.

Sakıncaları olduğu apaçık elbette ama eşitliğe doğru bir adim da bir adimdir
diye düşünecek oldum. Iyi de, kendisi olmaya devam ederek başka bir şey
nasıl olunurdu ki? ... Demeye gayret ettiğim şey, hak verdiğim hesaplaşma isteğinizi
yerine getirmenin ne kadar da zor olduğu. Belki de bir insan ömrüne
sığamayacak kadar zor ve meşakkatli bir dönüşüm bu.

Bu nedenle, kadın hareketinin önemini idrak ettiğini sanan bir erkek olarak,
bu öğrenme surecinde yaşadığımız sınavlarda bize, istediğimiz sorudan
başlama, kırmızı kalem kullanma, bütünleme gibi tüm öğrenci haklarının
tanınmasını talep ediyorum. Ayrıca sırf sonuçtan değil, gidiş yolundan da
"puan" verilmeli.”

Elbette dönüşüm kolay değil. Dönüşümün çok kolay olmayacağının farkındayız ama erkelerin kendilerini , kullandığı ayrıcalıkları sorgulamaları çok önemli ve bunu yapan erkek sayısı çok az. Genellikle kadınların yaptıkları “yanlışlar “ üzerinde durup kendilerine düşenleri daha az irdeliyorlar. Okuyucumun bu konuda kendini öğrenci olarak görmesi hata yapabileceğini kabul etmesi işin başlangıcı kanımca ve bu sorgulamayı yapan her erkeğe sempati duymamak elde değil. Sayın okuyucum emin olsun ki gidiş yoluuz bu olduğu sürece “puan” alacaksınız. Kadınlar ve erkekler kendilerini düşeni sorguladıkça daha güzel bir dünyada yaşayacağımıza inanıyorum.

TECAVÜZÜN UTANCI KİMİN?

Tecavüz kadınların kadın olmaktan dolayı maruz kaldıkları en önemli aşağılanmalardan biri. Bir kadın her an her yerde buna maruz kalabilir. Bunun nasıl bir duygu olduğunu bir erkeğin bilmesi
olanaksızdır. Hiçbir erkeğin karanlık bir sokakta yürürken saldırıya uğrayacağını düşündüğünü sanmıyorum. Oysa hemen hemen her kadın bu duyguyu hissetmiştir.

Kadınlara karşı şiddettin en ağırı olan tecavüz, savaşlarda yaygın olarak kullanılır. Tecavüze uğrayan kadın kendini aşağılanmış,kirlenmiş hissetmesinden doğan psikolojik sorunlar yanında, bedensel olarak da sorunlar yaşar. Tabii en önemlisi istenmeyen bir coçuğa hamile kalabilir. Tecavüze uğrayan bir kadının psikolojisini ne kadar anlıyabiliyorsam, tecavüz eden adamın ruh halini anlamakta o kadar zorlanıyorum. Sevişmeyi bilmeyen , sevişmeyi gol atmak gibi gören ve tahakküm edebileceği bir kadını ele geçirince cinsel organını silah yerine kullanan bir zihniyet nasıl anlaşılabilir ki.? Tecavüz eden erkek, “düşmanı cezalandırmak” adı altında kendi cinsel duygularını tatmin eder.

Kadınlar için tecavüze uğradıklarını söylemek çok zordur. Zira özellikle kapalı ve tutucu toplumlarda tecavüze uğrayan kadın sanki bu onun suçuymuş gibi horlanır, aşağılanır toplum dışına itilir. Bu nedenle, kadınlar tecavüze uğradıklarını gizliyebilerlerse gizlerler. Bir kadının tecavüzü açık açık ilan etmesi çok zordur.

14 ocak tarihli Radikal gazetesinin “ “Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır kurultayı”nda başlarından geçen tecavüz olaylarını anlatan kadınlar hakkında “asker ve polisi tezyif etmek”ten toplam 294 yıl hapis istemli dava açıldı” başlıklı haberi bana bunları düşündürdü. 10-11 Haziran 2000 tarihinde bu kurultuyı düzenleyen ve kurultayda yaşadıklarını anlatan 16 kadın hakkında 294 yıla kadar hapis isteniyor. Yani kadın başına ortalama 18 yıl. Ne için ? Sorguda tecavüze uğradıklarını söyledikleri için. Bu kadınlar suçlanacak ve yargılanacak. Buna karşı tecavüz ettiği söylenen polisler hakkında hiçbir işlem yapılmayacak. Şimdiye kadar yapılan 114 tecavüz ihbarından yalnızca bir dava devam etmekteymiş. Bunun tek bir anlamı vardır. Tecavüze uğrayan kadın bunu çevresinden saklamalı, susmalıdır. Yoksa ceza tehditi demoklesin kılıcı gibi başında olacaktır. Buna karşılık tecavüz edenin korunması ile de tecavüz teşvik edilmektedir.

.Gun gecmiyor ki, Urfa’da “töre!” cinayetine bir kadın kurban gitmesin. Son olarak , gazetelerde yillar once uğradiği tecavüzü anlatinca hemen oldurulen bir kadının öyküsunu okuduk. Ailesi, namuslarini= kızlarini temizleyivermişti. Kirlenen kim, namus ne demek, tecavüzün utancı kimin? Urfali gencecik kız, sadece o coğrafyada doğup, büyümüş olmanın bedelini neden canıyla ödüyor? Niye kimse “tecavüzcü”nün peşinde değil.? Urfa’da kadinlar oldurulmeye devam ettikçe ve tecavüze uğrayan kadinlar sadece bunu açıkladikları için haklarında dava acılıyorsa bu utanc herkesin.

Tecavüzün utancı kadının değildir. Erkeğin ve erkeğin cinselliğini silah, kadını aşağılama aracı olarak kullanmasını onaylayanların, tecavüze uğradığını söyleyenleri cezalandırmak isteyenlerin, “Töre cinayeti” diye kadınlarin katledilmesini hafife alanlarındır

F TİPİ CEZAEVLERİ HEPİMİZİN İNSANLIK ONURUNA VURULAN BİR DARBEDİR.

F tipi cezaevlerinin tutuklu/hükümlülere nelere mal olacağını bu devleti tanıyanlar olarak tahmin ettik ve karşı çıktık.. Nitekim bu tahminlerimizde yanılmadığımızı ilk önce 28/12/2000 tarihli Radikal’de Bilal Ertürk adlı vatandaşın açıklamalarından okuduk. Maruz kaldığı aşağılayıcı muameleyi anlattıktan sonra şöyle devam ediyor “İkinci gün artık yalnızlıktan çıldırmak üzereydim. Belki hastaneye götürürler, insan yüzü görürüm diye havalandırmaya açılan pencerenin camıyla vücudumu kesmeyi bile düşündüm. Orada biraz daha kalsaydım kesin intihar ederdim. Orada uzun süre kalanlar için ölüm bir kurtuluş.”
Daha sonra da kardeşi Selim’i Edirne F tipi cezaevinde ziyarete giden arkadaşım Ali Açan’ın e-mektubunu aldım. O da kardeşini görebilmek için ziyaretçi olarak çektikleri eziyetleri anlattıktan sonra “Selim’in kaburgalarında kırık, sağ omuzunda kurşun var. ”Hayata dönüş operasyonu” sırasında atılan gaz veya sinir bombalarından kalçasına saplanan bir parçayı kendi elleri ile çıkardığını, Bayrampaşa’dan nakil olduğundan bu yana hiç bir tıbbi yardım görmediğini, tek kişilik bir hücrede( oysa Selim tutuklu ve tutukluların hücrelere konulması yasal değil) beş gündür ayağa kalkamadığını, bu süre boyunca ciğerlerinden siyah renkli ifrazat geldiğini, ama artık iyi olduğunu söyledi. Konuşmasından anlayabildiğimiz kadarı ile kaburgaları Edirne’de kırılmış. Çok kötü görünmesine karşın, kendi durumunun oradakilerin çoğundan daha iyi olduğunu söyledi. Bizden ilk istediği şey battaniye oldu. Selim’in dolaylı ve dolaysız anlatımlarından tutuklu/hükümlülere gazete ve televizyon yasağı uygulanmakta olduğunu, bu insanların operasyondan bu yana dünya ile tüm ilişkilerinin kesilmiş olduğunu ve tam anlamı ile bir tecrit ortamında olduklarını kolayca anlayabildik. Operasyon sırası ve sonrasında kendilerine yapılanları protesto için kendisinin de açlık grevine başladığını söyledi. Edirne’de bulunan tutuklu/hükümlülerin büyük bir çoğunluğunun ya ölüm orucunda, ya da açlık grevinde olduğunu söyledi....... Örneğin Selim operasyondan önce açlık grevi/ölüm orucunda değilken, Edirne’deki görüşmemizde, yapılan baskı, işkence ve aşağılayıcı davranışları protesto için kendisinin de süresiz açlık grevine başladığını söyledi. Yapabilecekleri tek protestonun bu olabildiği, her gün ölmektense ,onurumuzla bir kez ölürüz diyerek, tutuklu ve hükümlülerin çok büyük bir bölümünün açlık grevi/ölüm orucuna başladıklarını belirtti”

“Hayata Dönüş Operasyonu”nun, genişleyerek “Ölüme Yöneliş Operasyonu” na dönüşmektedir. Bunun vebalini üzerinde taşıyanlar rahat uyuyabilecekler mi merak ediyorum? İnsan onurunun bu kadar ayaklar altına alınmasına sessiz kalabilir miyiz? Ülkem adına, kendi adıma bu utancı ve acıyı içimde taşırken bu kadar umudumu yitirmişken yeni yıl için iyi dilekte bulunmak anlamsız geliyor

ARTIK FEMİNİST OLMAYACAĞIM

EŞİMİN KENDİNİ KRAL GİBİ HİSSETMESİ İÇİN DAİMA
EMİRLERİNİ YERİNE GETİRMEYE HAZIR OLACAĞIM.

ASLA ONDAN DAHA GEÇ EVE GELMEYECEĞİM.

FEMİNİZİM, KADIN HAKLARI, EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK GİBİ KELİMELERİ
ONUN HUZURUNU BOZMAMAK İÇİN AĞZIMA ALMAYACAĞIM.

HER ZAMAN, ŞİKAYET ETMEDEN, YATAĞINI DÜZELTECEĞİM,
YEMEĞİNİ HAZIRLAYACAĞIM, ÇORAPLARINI YIKIYACAĞIM,
GÖMLEKLERİNİ ÜTÜLEYECEĞİM.

DONLARI DAHİL HER TÜRLÜ ALIŞVERİŞİNİ YAPACAĞIM.

ÇAY GETİR DEDİĞİ HER AN YERİMDEN FIRLAMAYA VE ÇAYINI
GETİRMEYE HAZIR OLACAĞIM.

VÜCUDUMU HORMON, İLAÇ SPİRALLERLE KİRLETİP ONUN DAHA
RAHAT SEKS YAPMASINA YARDIMCI OLACAĞIM.

HER TÜRLÜ DOĞUM KONTROL SORUMLULUĞUMU ÜZERİME ALIP ONUN
KAFASINI BÖYLE KONULARLA MEŞGUL ETMEYECEĞİM.

YEMEK YAPMAKTAN, BULAŞIK YIKAMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİ ONA
ASLA SÖYLEMEYECEK, BU İŞLERİ EN İYİ BİR ŞEKİLDE YAPMAK İÇİN KENDİMİ PARALAYACAĞIM.

KAZANDIĞIM PARAMIN HARCAMA HAKKINI ONA VERECEĞİM.

ONDAN FAZLA KAZANIYORSAM, KENDİMİ SUÇLU HİSSADECEĞİM

ÇALIŞMAKTA ISRAR EDERSEM, EV İŞLERİNİ DE AKSATMADAN
YAPIP ONUN HUZURUNU VE DÜZENİNİ ASLA BOZMAYACAĞIM, ÇOCULAR
HASTALANDIĞINDA ONLARI DOKTORA GÖTÜRMEK İÇİN HEP BEN İZİN
ALACAĞIM.

EVİMİN İŞLERİNİ İKİNCİ PLANA İTEREK, İŞİMDE YÜKSELME
GİBİ AİLE DÜZENİNİ TAHRİB EDEN AMAÇLAR EDİNMEYECEĞİM.

YARATICILIĞIMI KADINLARIN YAPABİLECEĞİ EN YARATICI İŞ
OLAN ÇOCUK DOĞURARAK TATMİN EDECEĞİM.

POLİTİKA YAPMAK İSTERSEM, ÇOCUKLAR BÜYÜYÜNCEYE KADAR
BEKLEYECEĞİM Kİ EVİN DÜZENİ BOZULMASIN.

KIRKYAŞ BUNALIMINA GİRDİĞİNDE GÖSTERİŞ İÇİN ALDIĞI
TELEFONLU HONDA ARABASIYLA İLGİLİ AĞZIMI AÇMAYACAĞIM.

İKTİDARSIZ OLDUĞUNU HERKESTEN GİZLEYECEĞİM.





FRIJID OLDUĞUM İÇİN ASLA ONU SUÇLAMAYACAK,ORGAZM OLUYOR
TAKLİDİNİ YAPMAYI BECERECEĞİM.

EN FAZLA SEYRETMEK İSTEDİĞİM FİLM OLSA BİLE ONUN SPOR
PROGRAMINI SEYRETMESİNE KARIŞMAYACAĞIM.

DANS ETMEYİ SEVMİYORSA BEN SEVSEM BİLE ÖMÜR BOYU
DANS ETMEYECEĞİM.

ANNESİ VE AKRABALARIYLA İLGİLİ HER TÜRLÜ NEZAKET
ARAMASINI ÜSTLENECEĞİM.

EVE İŞTEN AYNI ANDA GELSEK BİLE , ONUN DAHA YORGUN
OLDUĞUNU KABUL EDEREK, O GAZETESİNİ OKURKEN SÖYLENMEDEN
İŞLERİ YAPMAYA KOŞUŞTURACAĞIM, ÇOCUKLARIN DERSLERİYLE
İLGİLENECEĞİM VE GECE UYANIRLARSA ÇİŞE TUTACAĞIM.

EVDE KIRKYILIN BİRİ DE OLSA SALATAYI YAPARSA,
KÜLTABLASINI BOŞALTIR YA DA ÇOCUĞUN BEZİNİ DEĞİŞTİRİSE
KENDİSİNE MİNNETTAR KALIP, HER YERDE KOCAM BANA ÇOK YARDIM
EDER DEYİP ONU ONERE EDECEĞİM.

DOĞUM GÜNÜMÜ HATIRLADIĞI ZAMAN BAYRAM EDECEĞİM.

EVLİLİĞİN ERKEKLER İÇİN ESARET OLDUĞUNU SÖYLEDİĞİNDE
DİLİMİ ISIRIP, AĞZIMI AÇMAYACAĞIM.

BAŞKA BİR KADINLA İLİŞKİSİNİ GÖRMEMEZLİĞE GELİP, ONA
DAHA FAZLA ŞEVKAT GÖSTEREREK ELİMDEN KAÇIRMAYACAĞIM. BEN
SADAKATSİZLİK YAPARSAM BENİ VURMA HAKKINI KABUL EDECEĞİM.

YOLDA SARKINTILIĞA UĞRARSAM SUÇU KENDİMDE ARAYACAK, YİNE
NASIL TAHRİK ETTİĞİMİ BULUP BİR DAHA TEKRARLAMAYACAĞIM.

NASIL GİYİNMEM, KİMLERLE ARKADAŞLIK ETMEM GEREKTİĞİNE
DAHA DOĞRU KARAR VERECEĞİ İÇİN ONA BIRAKACAĞIM.

DAYAK YİYİP GÖZÜM MORARIRSA, SUÇU KENDİMDE ARAYACAK VE
ÇOK UTANACAĞIM.

GECE, BARA SOKAĞA YALNIZ BAŞIMA ÇIKMAYIP BURALARIN
ERKEKLERE AİT OLDUĞUNU KABUL EDECEĞİM.

KOCAMLA ASLA REKABET ETMEYECEK, HER ZAMAN ONU
DESTEKLEYEN VE BAŞARILI OLMASINI SAĞLAYAN ARKASINDAKİ KADIN
OLACAĞIM. HAYATTA BAŞARISIZSA SORUMLULUĞUN BANA AİT
OLDUĞUNU KABUL EDECEĞİM.

ACEMİ BİR MİÇONUN YARIŞ MACERALARI

Bir arkadaşım beni arayıp Foça’daki yelken yarışlarına katılmak isteyip istemediğimi sorduğunda sevinçten uçacağımı sanmıştım. Geçen sene aldığım yelken derslerini bir iki kere bindiğim teknelerde denemiştim ama bu bir yarıştı. Ciddiydi. Ve gerçekten öğrenip öğrenmediğimi anlayacaktım. Sevinçle, heyecanla ve minnettarlıkla kabul ettim. Kalbim pır pır ediyordu.. Ancak yarış günü yaklaştıkça aldı mı beni bir endişe. Ya çok iddialıysa ekip.? Ya ben beceremezsem.ve ekibi yüzüstü bırakırsam.?. Bu endişeleri kafamdan atmaya çalışarak geçti son günler.

Yarıştan bir gün önce ekiple tanıştım. İbrahim bey ve eşi Özden hanım. Sağlam teknesinin sahipleri. Deniz aşığı, yürekli, sevgi dolu bir çift. Yarışlara Foça Yelken Kulübünü desteklemek amacıyla katılmışlar. Deniz genç miçomuz. Yelkenci. Telaşlı. sevimli. Ve tabi 2. Kaptan Nihat. Titiz, kurallar konusunda bizi uyaran biraz da huysuz bir adam. İlk tanışma beni biraz olsun rahatlattı. Ekibin oluşumu, tavrı ,tarzı bana uygundu. Her türlü yarışmanın esas amacı keyif olmalı diye düşünürüm her zaman. Yoksa fazla hırs yapıp hayatı zehir eden bir tarz benim tarzım değil en azından.

Sağlam teknesi 9 metrelik ahşap bir tekne. Ben tahta bir tekne dedim diye yarış boyunca benle dalga geçildi. Denizcilikte belli terimler var. Örneğin ip demek yok halat diyeceksin. Tahta tekne değil ahşap tekne ,sağ sancak sol iskele bunlara dikkat etmedin mi Nihat’tan zılgıtı yiyorsun.

İlk günün sabahı heyecanla kalkıyorum. Yarışı destekleyen Lipton firmasının verdiği görgüsüz T-şörtleri giyiyoruz. Görgüsüz diyorum zira her tarafına koca koca LİPTON yazdırmışlar. Diğer teknelerde bir telaştır gidiyor.. Tekneler. zincirler dahil yük azalsın diye boşaltılıyor. Bizim teknede tam tersi. İçkiler, meyvalar , etler geliyor. keyif teknesi yani.

Yarış başlama yerine gidiyoruz. Ekip Alesta. Maalesef pek rüzgar yok. Bizim tekne hava düşükse öbür teknelerle rekabet edemiyor. Nitekim bütün gayretlerimize rağmen en arkadan nal topluyoruz. Benim poyraz poyraz diye bağırıp çağırmalarımın bile bir faydası olmuyor. Sonunda sıkılıyoruz . zira herkes yarışı bitirmiş biz hala yelkenle gitmeye çalışıyor. Çoğunluğun kararıyla bir koya girip denize girmeyi yarışmaktan (yarışamamaktan ) evla görüyoruz. Hadi bu benim ilk yarışım . Ama öbürlerine ne oluyor di mi? o günün bitimine kadar yarış komitesine bilgi vermediğimiz için diskalifiye oluyoruz. Sonuncu olmaktan beter bir şey bu diskalifiye işi. Genel sıralamada puan kaybediyorsun. Nihat hariç hiçbirimiz yarışı ciddiye almasak bile üzülüyoruz. Bundan sonra yarışı bitirmeden denize girmek yok.

Akşam muhteşem bir sofra kuruluyor. Teknede en önemli şey her şeyin yerli yerinde olması. Yer dar olduğu için aradığını el atınca bulman lazım. Her ne kadar Sağlam Teknesinin içi de epey ferah.

Ertesi gün rüzgar iyi. Bu iyi haber . Zira o zaman bizim teknenin bir şansı var. İddialı olmasak bile yarışa katıldıysan bir rekabet duygusu kaplıyor insanı içini. Kaptanın direktifleri doğrultusunda bütün ekip can siperane çalışıyoruz. Tremolalarda pür dikkat. Yumuşacık bir insan olan İbrahim bey aslan kesiliyor. Bağırıp çağırıyor. Ben ki nefret ederim bağırışlardan o telaş içinde aldırmıyorum. İşin raconu bu zaten. Heyecan içinde sakin olmaya imkan yok. Bu gayretlerimizin sonucunda günün sonunda grubumuzda birinci oluyoruz. Düşünebiliyor musunuz ben hayatımda ilk yarışa katılıyorum ve bir başarı belgesi alıp sahneye çıkıyorum. Çok mutlu oluyorum. Üzerinde lipton yazan uyduruk kağıt parçasını yıllardır saklıyorum.
Nergiz Savran Ovacık 1998

Havra Sokagi'ni Kaybetmeyelim

Nergiz Savran Ovacik - 2.Eylul.2007 Radikal2
Tarihi Kemeralti carsisinin sonundaki Havra Sokagi'ni taze sebze-meyveye merakli Izmirliler iyi bilirler. Ben de cocuklugumda annemle sik sik oraya alisverise giderdim. Ancak neden Havra Sokagi denildigini son yillarda ogrendim. Izmir Rehberler Odasi'nin duzenledigi bir gezi sirasinda da sokagin onemli bir gecmisi oldugunu anladim. Havra Sokagi'nin etrafinda, dokuz sinagog ile bir "cemaat evi" bulunuyor. Bu 10 tarihi bina da birbirine cok yakin. Bu da bolgeyi essiz kilan bir ozellik. 15. yuzyildan beri "Yahudi Mahallesi" olarak bilinen bu yer, Yahudilerin Izmir'deki ilk yerlesim alani. Çok sayida cami ile Roma agorasinin da bu bolgede oldugunu hatirlatmaliyim.
1492-94 arasinda Ispanya ve Portekiz'den surulen Yahudiler, Osmanli Imparatorlugu tarafindan kabul edilmisler, gelenler Selanik, Istanbul ve Izmir'e yerlestirilmisti. 19. yuzyilda Izmir nufusu 150-200 bin iken burada yasayan Yahudi nufus 55 binlere ulasmisti. 20. yuzyilin basinda Karatas bolgesine dogru yerlesen Yahudiler, 1948'de kurulan Israil'e goc ettiler. Kalan Yahudi nufus da Alsancak bolgesine yerlesti. Önceleri bu bolge her turlu esnaf ve zanaatkârin oldugu canli bir ticaret merkezi iken, Yahudilerin azalmasiyla birlikte terk edilmeye baslandi. Burhan Özfatura'nin baskanligi sirasinda da buradaki 8 bine yakin ayakkabici sehrin baska bir bolgesine tasininca havralarin bulundugu sokaklar tenhalasti. Kemeralti ise butun canliligini korumayi devam etti.
Sabetay Sevi, Hayim-Avram Palachi
1788'de Izmir'de dogan Hayim Palachi, burada hahambasilik yapmanin disinda Yahudilik uzerine 26 felsefi eser kaleme aldi. Oglu Avram Palachi'nin de Hibruca 16, Yahudi-Ispanyolcasi (La Dino) lisaninda da bir eseri var. Her iki dusunur de dunyadaki Yahudi cemaati icinde degerli yerleri olan filozoflar. Palachi'nin Izmir Gurcesme'de bulunan mezarini, dunyanin degisik yerlerinden Yahudiler ziyarete geliyorlar. Osmanli'da bir milyon kisiyi pesinden surukleyen Sabetay Sevi de 17. yuzyilda Izmir'de dogmustu. Onun evinin de buyuk ilgi cekecegine kusku yok. Sabetay Sevi ve yandaslarina, dinlerinden dondukleri icin, 'donme' veya 'avdeti' denilir. Sabetay Sevi'nin Izmir'de devam ettigi Portekiz havrasinda su anda bir tekstil firmasi var. Palachi'nin yasadigi ev ise Bet Ilel diye aniliyor.
Shalom, Etz Hayim, Algaze, Signora, Kadosh, Hevra, Bikur Hohim ve Portugal, Bet Ilel ve Cemaat Evi, 500 metrelik bir cemberin icinde bulunuyor. Maalesef havralarin cogu yikilmak uzere. Şu anda Algaze, Bikur Hohim ve Signora kullanildigi icin nispeten bakimli. Digerleri ise kaderlerine terk edilmis durumda. Kultur Bakanligi tarafinda restore edilecegi soylenen Hevra'nin tavani cokmus... Ticaret Odasi, Cemaat Evi'ni onararak Seferad mutfaginin sunuldugu bir mekân haline getirmeyi planliyor. Boylece hem bu bina restore edilecek hem de Izmir acisindan onem tasiyan Seferad kulturu yasatilacak. Ancak iki yildir burokratik engelleri asip restorasyona baslayamadilar. Bina Yahudi cemaatine ait gorunurken uzerinde bulunan arazinin hazineye ait oldugu iddia ediliyor. Bakanliklar arasi yazismalar surup gidiyor.
Bolgedeki sokaklar Konak Belediyesi tarafindan duzenlendi ama yorenin canlanmasina ve sinagoglarin yok olmasina pek bir faydasi olmadi. Izmir Yahudi cemaati 2000 civarina indigi icin sinagoglara sahip cikmakta zorlaniyor. Dunya mirasi olan bu bolgeyi, 2 Eylul Yahudi Gunu'nde hatirlatmak istedim. Sivil toplum destegine ihtiyac var.

MOĞOLİSTAN

Transsibirya gezimizin son durağı Moğolistan. Moskovadan başlayan Sibirya üzerinden giden transibirya treni İrkutsk da ikiye ayrılıyor. Biri Büyük Okayanus kıyısındaki Vladivostok’a giderken diğer hat Moğolistan üzerinden Çin’e gidiyor. Buryat Özerk Bölge sınırında trenin iki vagonu ayrılıyor ve gümrükte bekliyoruz. Hemen hemen bütün yolcular dünyanın çeşitli ülkelerinden bu özel ülkeye gelen turistler. Altı saat kadar nedenini anlamadan bekliyoruz. Daha sonra polisler geliyor. Tabii ki kadın. Sanki bu bölgede bütün memurlar kadın. Örümcek kadın gibi vagonun tepesine tırmanıp bacalar dahil köşe bucak heryeri arıyorlar . Bereket bavulları açtırmadılar. Yoksa daha iki üç saat bekleyebilirdik.

Ulan Batur’da bizi rehberimiz Bayra karşılıyor. Esas mesleği avukat ama yazları rehberlik yapıyor. Beş yaşında bir oğlu var. Karısının da küçük bir bakkalı varmış .

Ulan Batur Moğolistan’ın başşehri. Ulan Kırmızı Batur da kahraman demek. Son dönemde turizmin gelişmesiyle burada da bir yığın yeni otel ,yüksek binalar inşa ediliyor. Ama henüz hizmet sektörü tam gelişmediği için çelişkiler çok yaşanıyor. Dönerken kaldığımız içi çok şık, odalarında jakuzi olan bir otelde gece sıcak su bulamadık. Zira akşam saat 9’dan sonra merkezi sistem sıcak su vermediği için otelde sıcak su yoktu. Tozlu topraklı yollardan gelip hem yorgunsanız hem de toz toprak içindeyseniz sıcak su bulamamanın eziyetini tahmin edebilirsiniz. Ben gözümü karartıp soğuk suyla çabuk bir duş alıyorum . oda arkadaşım cesaret edemiyor ve sabahı bekliyor. Ulan Batur’da camiler var. Ayrıca çok büyük bir cami yapılıyor. Devlet hiçbir din için ibadet yeri yapmıyor ve mali destek vermiyor. İnananlar kendi ibadethanelerini finanse ediyorlar. Ulan batur’da 2000 kadar Müslüman varmış. Bu kadar büyük camiyi onların yaptırma ihtimali pek yok. Muhtemelen bir kısmı da komünist olduğu için dini inançları pek kuvvetli olmamalı.
Ulan batur meydanındaki Stalin evleri denen apartmanlar resmi daire olarak kullanılıyormuş..


Moğolistan dünyadaki kişi yoğunluğu en düşük ülkelerden biri. Nüfusu 3 milyar olmasına karsılık yüzölçümü 1,564 bin kilometrekare. Bir kmkareye 1.7 kişi düşüyor. Ülkenin geneli bozkır görünümünde ancak güney doğusunda Gobi Çölü var .Nüfusun yüzde 40’ı göcebe olarak yaşıyor. Geri kalanların büyük bir kısmıda Ulan Batur’da. Rehberimiz bayra bize ‘Ulan Batur çok büyük bir şehir tam 1 milyon kişi yaşıyor. İstanbul o kadar büyük mü?’ deyince gruptan bir kahkaha kopmuştu. Denizden en uzak en soğuk başkent. Nüfusun % 44 ü 16 yaşın altında. 1639 da kuruluyor Ulan Batur. Seçimle gelen komünist demokrat parti iktidarda. Daha önce iktidarda olan demokratlar seçimlerde kaybetmiş ve yönetimden üç kişi yolsuzluktan cezalandırılmış. Halkın % 95 i okuma yazma biliyor

İlk Moğol devletini Cengiz Han 1206’da Dünya tarihinin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğunu kuruyor.. Moğolistan’ın Atatürk’ü gibi düşünebilirsiniz. Tüm dünya tarafından genelde acımasız bir fatih olarak gözükse de Moğollar Cengiz Han’ı çok seviyorlar. Dağları Cengiz Hanın büyük portreleri süslüyor, her yerde resimleri var, başarıları üzerine anıtlar dikilmiş. En meşhur votkaları üzerinde resmi olan cengiz han votkası. Bizim Moğolistan da olduğumuz 2006 yılında Moğollar 1206 yılında göçebe Moğol kavimlerini birleştirerek imparator olan Cengiz Han`ın bu unvanı alışının 800`üncü yıl dönümünü kutluyor. Bir yıl süren bu kutlamalar için genel af ilan edilmiş.Ama her yıl 11 Temmuz`da başlayan ve üç gün devam eden Naadam şenlikleri İmparatorluğun 800. yılı kutlamalarının da en heyecanlı kısmı. Şenlikler sırasında Moğolistan`ın savaşçı geleneğinin mirası at yarışı, güreş ve okçuluk gibi spor dallarında yarışmalar düzenleniyor. Şenlik tek bir yerde de değil. Ülkenin dört bir yanında yerleşim merkezlerine dökülen moğollar, heyecan içinde yarışmalara katılıyor ya da izliyor.. Maalesef bizim programımız bu şenlikleri izlemeye imkan vermiyor.

Moğolistan’da 5 üniversite var. Moğolca Türkçe ile aynı kökten geldiği için günümüzde binin üzerinde ortak kelime var.

Moğolistan'da din olarak Budizm yaygın olmasına rağmen Hırıstiyan,Müslüman ve Şamanlar da vardır. Türklerin çoğunluğu Müslüman ve Şaman.
Göcebeler yurt denen çadırlarda yaşıyorlar. Göçebe yaşantısı gereği yurtlar kolay sökülüp takılmak için tasarlanmış. Yarım saat içinde sökülüp kurulabiliyorç . Bir yurt evrenin küçüğü gibi algılanıyor. Yurdun girişi her zaman güneye bakıyor. Ateşin arkasında bulunan kuzey tarafı en onurlu yer. Burada bir masa üstüne kutsal eşyalar,değerli fotograflar ve diğer dini imajlar konuluyor. Yaşlılar burada oturuyor. Sağ taraf erkeklerin oturduğu ve ok, tüfek, semer gibi eşyalarını sakladığı yer. Sol taraf kadınların oturduğu ve mutfak eşyaların, beşiklerin durduğu yerdir. Güney taraf en az onurlu yer olduğu için sağında solunda gençler oturuyor. Yurtların ortasında bir direk var. Aile reisi onu tutuyor.. Direğin etrafına çatı direkleri takılıyor. Daha sonra etrafındaki çıtalar. İki kat keçe ve üzerine beyaz branda. İçinde masa divan, dolaplar var. Hepsi portatif. Katlanıp toparlanıyor.. Bebeklere iki isim veriliyor. Biri kötü. Kötü ruhlar almasın diye.
İlk gün bizi otelde karşılayan resepyonist kız çok düzgün bir türkçeyle ‘merhaba’ diyor. Çok şaşıyoruz. Meğer Fetullah Gülen’in Ulan Batur da 2 okulu varmış. Bizim resepyonist kızda bunlardan birine devam etmiş ama başka da bir kelime pek bilmiyor. O gün öğlen büyük bir çadırda yemek yiyoruz. At eti dahil çeşitli Et yemekleri. Hayvansal ürenler yoğurt ,ayran, mantı,. Sebze Çin ve Rusyadan geliyor. Onun için pahalı ve az.

İlk gün Önemli bir budizm merkezi olan Gandantegchilen Manastırına gidiyoruz. Burası şenlik yeri gibi. Çoluk çocuk moğolların hem dua ettiği hem de gezdiği bir mekan. Evlenen çiftler kutsanmak için buraya geliyorlar. Bir İranlıyla evlenen güzel bir moğol kız ve geleneksel kıyafetler içindeki ailesiyle tapınağa kutsanmaya gelmişti. . Budist tapınakta iki büyük fakülte var. Birinde Tibetçe, felsefe,İngilizce öğretilirken diğeri doğal tıp konusunda. . Göçebe nüfus çocuklarını yatılı eğitime veriyor . Sonra da genellikle şehre yerleşiyorlar. Böylece göçebeler giderek azalıyor.

Doğa müzesi Şamanların ve Moğolların hayatını gösteren geniş bir ağaçlık alana yayılmış..Kuşlar, sürüngenler, mamutlar develer hep doldurulmuş. Akşam bir gösteriye gidiyoruz. Çin gösterilerine benzeyen çok renkli, değişik müzik aletlerinin ve dansların yapıldığı bir gösteri Olağanüstü güzel bir müzik. Çin müziğine benziyor. Bir de gırtlaktan söyledikleri özel bir yöntem varki olağanüstü bir müzik..

Ertesi gün Nalaikh şehri ve Tonyukuk anıtlarını göreceğiz. Şehir denen yer bir köy kadar. Küçük bir pazar yeri var. Fakirlik diz boyu. Moğolistan’da Ulan batur’dan başka şehir denebilecek bir yer yok. Tonyukuk anıtı bozkırın ortasında bir taş. Turklerin en eski yazili urunu ve 720-738 yillarini kapsar. vezir Tonyukuk, Kultigin ve Bilge Kaan adina dikilmis uc kitabeden olusur. Yazari Yuluğ Tikin 'dir. Ve Göktğrk Alfebesi ile yazilmistir. Göktürklerin dağılışını, Bilge Kaan ve kardesi Kultigin'in bu devleti yeniden diriltişini konu alir. Ayrica Turklerin Çinlilerle mücadelelerini anlatir ve Çinliler'e karsi dikkatli olun mesaji verir. Turk tarihini, toplumun yaşama biçimini, dünyaya bakiş açısını ortaya koyar.
Kitabelerde idarecilerin, devleti yöneten kişilerin halkı aydınlatması, yaptıklarının hesabını vermesi söz konusudur. Dil açıcından da yabancı etkisinden uzak, sade bir dille yazılıştır.. Tonyukuk anıtında Rus bir türkolog çalışıyor.

Ulan Batur dışındaki arazide özel mülkiyet yok. Arazi herkese açık. At göcebe hayatın önemli bir parçası. Bir yerden bir yere giderken onun gücünden faydalanıyorlar. Etini yiyor, sütünü içiyorlar hatta içki bile yapıyorlar. Kımız ayrana benzer tadı olan bir içki.

Çocuklar iki yaşından itibaren ata binmeye başlıyorlar. Yarışlarda kazanan at ödüllendiriliyor. Diğer önemli hayvan çölde yaşayanlar için deve. Onun da eti yeniyor, sütü içiliyor.ayrıca 40 gün su içmeden gidebildiği için çöl gemisi deniyor.Tek tren yolu rusyadan çine giden tren yolu.

Şehirlerde ev yapılırken ilk önce bahçe çitleri yapılıyor. Sanıyorum yabani hayvanlardan korunma için eskiden kalma bir gelenek. Şehirlerin yanına ahşap evler yapıyorlar yanına da yurtlarını kuruyorlar. Zira kışın yurt daha güzel ısınıyormuş .
Fettullah gülen ‘in 2-3 okulu varmış. Doktorlar ortalama 500 dolar öğretmen ise 400 dolar cıvarınca maaş alıyormuş. Öğlen eski başbakanın evi olan çadırda yemek yiyoruz..

Tonyukuk anıtını ziyaretimizden sonra turist kampı dedikleri bir yere gidiyoruz. İki dağın arasında göz alabildiğine yeşillikler içinde bir yer. Dağlarında bile yeşil otlar olan bir ülke. Yurtlarda kalıyoruz. Aynı zamanda sağlık merkezi diye geçiyor bizim senatoryumlar gibi. Ancak bunlar yerleşik. Altlarına beton atılmış.İçlerinde göcebelerin kullandığı renk renk ahşap eşyalar ve ortada bir soba var. Yemek salonu da büyük bir çadır. En komiği de yolda gelirken tuğladan yapılan yurtlar gördük. Gece ay var. Ay battıktan sonra bütün yıldızlar üzerinize yağıyor. Uyumak gelmiyor insanın içinden.
Ertesi gün civardaki Kablumbağa kayası görmeye gidiyoruz. Kaplumbağa doğu dinlerinde kutsal sayılıyor. Bizim de görmeye gittiğimiz çok büyük bir kaya kablumbağaya benziyor ve Moğollar burayı kutsal bir yer olarak ziyaret ediyorlar. Öğlenden sonra rehberimiz Bayra’nın ahbabı olan Sança’nın çadırını ziyarete gidiyoruz. Sança ve karısı tipik göcebe bir aile. Yaz kış cadırda yaşıyorlar.Bize yemeklerinden ikram ediyorlar. Ayran, kımız,kuru yoğurt, çörek, peynir ,kaymak ikram ediyorlar. Ortalık sinekten geçilmiyor. Onların umurunda değil ... Sança’nın torunları oradaydı. Anne babaları onları bırakıp tatile çıkmışlar. kışın Sança kuytu yerleri biliyor. Hayvanlarıyla birlikte toparlayıp oraya gidiyorlar . İsteyenler atla geziye çıkıyor. Keyifli bir gün oluyor.

Göçebeler genellikle hayvanların talebine göre yaşıyorlar. Moğolistan’da beş ay yaz yedi ay kış. 25 milyon küçük, büyük baş hayvan var. Aile lideri olan erkek hayvanların yiyecek durumunu göze alarak rotaya karar veriyor. En önde atlar gidiyor,. Ayaklarıyla karda yolu açıyorlar. Arkalarında inekler ve koyunlar geliyor.. . Göçebe yaşayanlar altı ayda bir ölen ve doğanları bildiriyorlar. Gobide yaşayanlar diğer yerlerde yaşayanları göçebe saymıyorlar. Zira çölde yaşamak bozkırda yaşamaktan çok daha zor.


Akşam yemeğini açık havada yemek istiyoruz. Hava pırıl pırıl. Rehberimiz yağmur yağabilir dese de biz ısrar ediyoruz . Yine de Bayra sofrayı kamelyanın altına kurduruyor. Yemek yerken birdenbire fırtına ve yağmur başlıyor. İnanılmaz ani bir şekilde. Masanın üzerindeki tabak, çanakları masa örtüsünün içene doldurup kendimizi zar zor büyük yemek çadırına atabiliyoruz.

Ertesi gün Karakurum için yola çıkıyoruz. .. Karakurum yolları berbat. Bütün gün jiplerin içinde zıplaya hoplaya gidiyoruz. Etrafta bol miktarda jip türü arabalar var. Amma görgüsüzler diye düşünüyorum ama yolları gördükten sonra hak veriyorsunuz. Zira pekçok yerde yol diye birşey yok. Alabildiğine uzanan bozkırda yola benzer patikalar var. Bu şartlarda normal arabaların biryere gidip gelmesi imkansız. Ancak yüksek arabalarla seyahat edebileceğiniz türden yollar.

Yollarda giderken taş yığınları üzerine direk dikilmiş ve bezler asılmış olarak görüyoruz. Buralar kutsal addedilen Vudular. Her asker savaşa giderken bir yere bir taş atıyor. Sağ dönerse oradan bir taş alıyor. Böylece kaç kişinin savaşta öldüğünü anlıyorlar. Bu gelenek Şamanlardan kalmaymış. Bu taş yığınları kutsal addediliyor ve bşında dua ediliyor.


Zaman zaman hayvanlarıyla birlikte çadırlarında yaşayan göcebe Moğolları görüyoruz. Çadırlarının önünde jipler ve TV antenleri var. Bayra göcebelerin şehirde yaşayanlardan maddi olarak daha iyi durumda olduğunu söylüyor. Bütün gün yolda gidiyoruz. Yolda sıkılınca şarkı türkü derken hatırlıyoruz burası komunist ülke. Şöforü de katmak için vancelemos, enternasyonal söyleyince o da bize katılıyor ve mutlu oluyor.

Gece bozkırın ortasında bir turist kampında kalıyoruz. Hava pırıl pırıl ve dolunay var. Hafta sonu olduğu için kampta moğollar da var. Biz yemekten sonra bahçeye çıkıyor ve pırıl pırıl gökyüzünün kocaman dolunayın keyfini yaşıyoruz

Sabah karakurum’a gidiyoruz.. karakurum’un tepesinde Cengiz Han’ın zaferlerini anlatan büyük bir anıt var. Erdene zuu manastırı Karakurumun doğusunda. Anlamı yüz değerli şey demek. ilk Budist imparator tarafından karakurum şehrinin taşları kullanılarak 1585 yılında eski Tahai manastırı kalıntıları üzerine yapılmış. .Bu yaptıkları manastır şimdiki Erdene Zuu içindeki Ana tapınak. Ana tapınaktaki tanrı heykelleri yapılış açısından Uygur dönemine ait. 1586-1782 yılları arasında diğer tapınaklar yapılmış. 1800-1827 yılları arasında manastırı çevirmiş olan 108 tane Stupadan oluşan 400X400 metre uzunluğundaki duvar yapılmıs. 4 tarafında 4 tane kapı bulunan duvarla çevirili bu manastır 1792 yılında 62 tapınak, 500 binadan oluşmaktayken şimdi sadece 18 tapınak kalmış durumda.

Erdene Zuu manastırı yapıldığı ilk yıllarda Budizm henüz yayılmadığından Manastırının içindeki yapılar ve onların düzeni Moğol gelenekleriyle göre yapılmıştır. Bu yüzden manastırının içindeki yapılar geleneksel Moğol çadırı olan yurda benzemektedir ve nerede,ne ile yapılacağı, nasil yapılacağı hakkında katı bir kural geçerliymiş. Bu yüzden Erdene Zuu Moğol mimarlığın hayret verici bir örneği ve Moğol geleneksel şehir planlama ile yapılmış tek manastırıdır.

Burada kötülükleri uzaklaştırmak için yapılan özel bir tören var. Zamanı belli olmayan bu törene Rahipler karar verince bir rahibi seçiyorlar. Üç ay tahtada yatıyor, günde 4 saat uyuyor, yalnız sebze yiyor ve meditasyon yapıyor. Üç ay sonunda özel kıyafetler ve korkunç maskeler giyip davullar eşliğinde dans ediyor.
Göktürk hakanları Bilge ve Kültigin adına dikilen yazıtlar bu kentin yakınındadır. Yazıtların üçü çok önemlidir. İki taştan oluşan Tonyukuk 716, Kültigin 732, Bilge Kağan 735 yılında dikilmiştir. Kül Tigin yazıtı, Bilge Kaan'ın ağzından yazılmıştır. Kültigin, Bilge Kaan'ın kardeşi, buyrukçu ihtiyar Tonyukuk ise veziridir. Anıtların olduğu yerde yalnızca dikilitaşlar değil, yüzlerce heykel, balbal, şehir harabeleri, taş yollar, su kanalları, koç ve kaplumbağa heykelleri, sunak taşları bulunmuştur. Orhun Yazıtları, Göktürk İmparatorluğu'nun ünlü hükümdarı Bilge Kağan devrinden kalma altı adet yazılı dikilitaştır. Bilge Kaan Anıtı Kültigin Anıtının bir kilometre uzağında. 734 yılında ölen Bilge Kaan adına oğlu Tenri Kaan tarafından yaptırılan bu anıt 735 yılında dikilmiş. Yazıtta Bilge Kaan'ın ağzından devletin nasıl büyüdüğü anlatılmakta,öğütler verilmekte ve Kültigin'in ölümünden sonraki olaylar ve kaanın konuşmasından başka yeğeni Yuluğ Tigin'in kayıtları da yer almaktadır.
Karakurumdan anıtlara giden yolu Türk hükümeti yaptırmaktaymış.
Ulan Batur’a yorucu bir yolculuk başlıyor. Jiplerden birinin benzini bitiyor. Elektrikler kesik olduğundan benzin alamadığı için bizim arabadaki benzinden takviye yapılıyor. Dönüşte gobi çölü kenarında bir yerde yemek yiiyoruz. G obi çölü bakır, mika, aliminyum altın , doğal gaz ve petrol kaynağı.
Gece dolaşmaya çıktığımızda bir müzik sesi duyuyoruz. Benim tecrübelerime göre bir yerden müzik sesi geliyorsa orada muhtemelen hoş bir şey vardır. Eski bir bina girişi. Kapıda bir takım adamlar. İçeri girmek için para istiyorlar. Bina o kadar izbe ki önce çekiniyoruz. Yukarı katta büyük bir salon. Bir tarafı ayna kaplı. Bir orkestra çalıyor. Ve insanlar dans ediyor. Ama o kadar zari,f ki erkekler gelip kaldırıyor vedans bitiminde seni yerine kadar geçirip eğilerek teşekkür ediyor. Ben fırsatı kaçırmıyorum. Beni her kaldıranla dans ediyorum. Tam saat onda müzik bitiyor ve herkes son sürat mekanı terk ediyorlar. Çeşitli danslar ediliyor. Dönerek Kafkas danslarına benziyen bir dans. Burası Komünist partini düzenlediğiçok ucuza girilerek eğlenilen bir mekan olduğunu öğreniyoruz.

Bu güzel insanların ülkesinde daha fazla kalamadığım için üzülerek Moğolistan’dan ayrılıyorum .

KISKANÇLIK

Bu yazıya başlarken pek çok soruyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Kıskançlık nedir? Neden kaynaklanır? Doğuştan gelen bir duygu mudur yoksa sonradan edilinmiş bir duygu mudur? İyi mi kötü mü bir duygudur? Erkekler mi kadınlar mı daha çok kıskanır? İlişkilere olan etkisi nedir? İlişkiyi güçlendirir mi yoksa zayıflatır mı? Kıskançlık duygusunu ortadan kaldırabilir ya da engelleyebilir miyiz? Karşımızdakinin kıskançlık duygusunu ortadan kaldırabilir miyiz? Kıskançlık duygusu saklanmalı mıdır? Hayatta hiç kıskançlık duygusu hissetmedim diyen var mı?

Aşağıdaki fıkra belki de bazı sorulara cevap veriyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden kadınlara kocanız sizi aldatırsa ne yaparsınız diye sormuşlar ve kadınlar aşağıdaki cevapları vermişler:
İtalyan: Kocamı öldürürüm
İspanyol: hem kocamı hem sevgilisini öldürürüm
Alman: Kendimi öldürürüm
Japon: Önce kocamın sevgilisini sonra kendimi öldürürüm
Fransız: Başka adam mı yok? Yenisini bulurum.
Rus: Votka içip sarhoş olurum
Amerikalı: Ne kadar nafaka alacağımı hesaplarım
Arap: Hocaya gider muska yazdırırım
Türk: benim kocam beni aldatmaz.

Kıskançlık incelenmesi zor bir duygu. Çünkü bu duygu kişiye özel ve herkes farklı farklı yaşıyor. Çoğunlukla bastırılıyor zira toplumda kınanan, red edilen utanılan, bir duygu. Ayrıca bilimsel metodlar kullanılarak da çözümlenemez. Hiç kıskanmadığını söyleyen biri en çok kıskanıyor olabilir.

Kıskançlık zaman zaman sahip olamadığımız şeylere duyulan özlem olarak tanımlansa da biz burada elimizde olanı kaybetme duygusundan kaynaklanan kıskançlık üzerine durmak ve kıskançlığı bu tarif üzerinden irdelemek istiyoruz.

Özellikle ikili ilişkiler, çocuklar arasında ya da babaların anneleri çocukları kıskanma duyguları üzerinde duracağız.

Kıskançlık belirsizlik ortamında duyulan bir gerginlik olarak tariflenebilir. Esas olarak da duygunun kaynağında sahipleme yattığıdır. Bana ait olan bir şeyi, genellikle sevgiyi paylaşmaya ya da kaybetmeye katlanamama. Kıskançlık eğer sevgiden kaynaklansaydı sevdiğimiz birini başka biriyle öpüşürken görence onun mutlu olduğunu düşünüp sevinmemiz gerekmez miydi? Oysa muhtemelen o insanı kaybetme duygusuyla kendimizi çok kötü hissedeceğiz. Kıskançlığın esas olarak sevgiden kaynaklanmadığını en güzel örneği de bu belki. Eşimizi mülkümüz olarak görürüz ancak bir insanı bir nesneyi kontrol etmek kadar kolay olmadığı için güvensizlik duygusuna kapılırız ve kıskançlık duyarız.



Kıskançlık geçmişte sevginin bir belirtisi olarak algılanırdı. Ancak şimdi pek çok kişi kıskançlığı kendine ya da karşısındakine güvensizlik . inançsızlık olarak algılıyor.
Yukarıdaki fıkranın da doğruluk payı tartışılsa bile farklı kültürlerin kıskançlık konusundaki bakış açılarının farklı olduğuna bir işaret değil mi? Nitekim Eskimoların karılarını misafirlerine ikram etme geleneği, feodal toplumlardaki ilk gece hakkı, ülkemizdeki kumalık pek çok ülke kültürü için anlaşılamaz.

ACEMİ BİR DAĞCININ KAÇKAR DAĞLARI MACERASI

İzmir Dağcılık ve Doğa Sporları İhtisas Klübü(İDADİK)' in eski bir üyesiyim. Hafta sonları İzmir ve çevresinde yaptığı günlük yürüyüşlere katılıyorum. Klübün bülteninde Kaçkar Dağları ile ilgili programı görür görmez katılmam gerektiğini düşündüm.

Bu kararı verdikten sonra içim içime sığmamaya başladı. Klüpten tanıdığım daha öncesi gezilere katılmış arkadaşlara neler lazım olduğunu sorup soruşturup upuzun bir liste yaptım. En önemli malzemeler çadır, uyku tulumu, mat(uyku tulumunun altına serilen koruyucu malzeme), bot ve sırt çantasıydı. Uyku tulumu ve matım vardı. Kardeşimden kalma şimdiye kadar hiç kullanmadığım bir de çadırım vardı. Sırt çantasını da bir arkadaşımdan bulunca geriye bir tek bot almak kaldı. Hemen çarşıya çıkıp son zamanlarda moda olan asker botlarından en pahalı ve iyisinden bir tane aldım. İnsan her zaman Kaçkarlar'a gitmez ki...Bu kadar da hovardalık yapılabilirdi.

Ana malzemeler hazır olduktan sonra sıra yiyecek ve diğer malzemelere geldi. Bana üç tşört al dedilerse de ben ne olur ne olmaz diye beş tane aldım. Üç kazak, iki şort, beş tayt eldiven, bere, atkı, çorap, dört takım iç çamaşırı, terlik, şampuan, sabun, çamaşır deterjanı, banyo havlusu, baş havlusu, el havlusu, çarşaf, lastik pabuçlarım, iki adet fotoğraf makinesi, yüz temizleme sütleri, kremlerim, tabak, iki bardak, çatal ve kaşık (küçük büyük). .Ve üç tane de kitap. .

Nihayet sıra yiyecek faslına geldi. Kendime beş yıldızlı otel lüksüne yakın bir yiyacek menüsü hazırladım. Konyaktan kahveye. .Sosisten kurabiye çeşitlerine kadar... Kilomun fazla olduğunu düşünen kızlarımın bu yiyecekleri beş günde yersem beş kilo daha alacağıma ilişkin sözlerini kulak arkası ettim. Tatile çıkıyordum ve kendimi hiçbir konuda kısıtlayamazdım.

Dağ sporuyla ilgili olmayanlar neden bu kadar detaylı bir hazırlık listesi yaptığımı anlamakta zorlanabilirler.Ama bu sporla en ufak bir ilgisi olanın buraya kadar okuduklarından başıma neler geldiğini tahmin edip kıskıs gülmeye başladığına eminim. Zira bütün bu yükleri sırtınıza yükleyip taşlardan, sulardan yokuş aşağı veya yukarı tırmanırken yarım kilo ağırlık bile çok önemli bir hale geliyor.

Nihayet o önemli gün geldi. Kızlarımla ve arkadaşlarımla vedalaştım. Muhteşem bir ay vardı. Dağlara gidiyordum. Aya ve yıldızlara daha yakın olacaktım. Geceleri konyak ve kahvemi içerken diğer kampçılarla sohbet edecektim. Yıldızların ve ayın altında uyku tulumunda uyumayı planlıyordum. İzmir'den Rize'ye yol uzun olduğu için tabi ki kuş tüyü yastığımı da yanıma almıştım.

Bir cuma öğlen yola çıktık. Otobüste bir iki kişi hariç önceden tanıdığım kimse yoktu. Klübün başkanı beni herkesle tanıştırdı. Çok mutluydum. Otobüsümüz klübün emektar şöförü Vedat Bey'in yeni model denemeyecek arabasıydı. Yol 28 saat sürdü.

Cumartesi öğle vakitlerinde Çamlıhemşin'e vardık. Karadeniz Bölgesi'nin meşhur yemeği mıhlama yemeden olmazdı. Mıhlama peynir, mısırunu ve tereyağı ile yapılan çok lezzetli bir yemek. Yanında tereyağında alabalık da olunca tadından geçilmiyor. Karadenizde zeytinyağı üretilmediği için salatalar lezzetli olmuyor ama diğer yemeklerde bol bol tereyağı kullanılıyor. Gürül gürül akan bir derenin üzerine tahtadan yapılmıiş iskelede tipik bir karadeniz güzeli genç kızın garsonluğumuzu yaptığı lokantaya oturduk. Bira dahil içki servisi yapılmıyor. Burası aile işletmesi. "İçince sapıtılıyormuş"

Çamlıhemşin'le Ayder Yaylası arası bir saat kadar. Ayder, Kaçkar Dağları'nın eteğinde kaplıcalarıyla meşhur bir yayla. Korumaya alınan ağaçtan yapılmış yamaçtaki evlerinin yanında yine ağaçtan yapılmış adı otel olan evler var. Tabi çevrenin bozulmasını orada da yaşıyorsunuz. Güzelim ahşap binaların yanından kerpiçten yapılmış ya da betonarme binalar o güzelim ortamı kozmopolit, çirkin bir hale getiriyor. Bizim orada bulunduğumuz sırada Ayder Festivali vardı.Ve etraf çok kalabalıktı. İstanbul, Ankara, İzmir plakalı arabalar... Meydanda tulumdan çıkan müzik eşliğinde kadınlı, erkekli büyük bir grup Karadeniz halk oyunları oynuyordu. Etraftan gruba katılanlar oluyordu. Memleketlerini özlemiş İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da oturan Karadenizliler Ayder'de eski günlerinin doğallığını, masumiyetini yakalama telaşındaydı. Aynı manzaraya dönüşte de rastladık. Kenara bir İstanbul plakalı araba çekilmiş. Karadeniz havaları çalan teyp sonuna kadar açılmış. Dört adam omuz omuza tutunmuş, hafif sarhoş, hafif hüzünlü horon oynuyor.

Ayder'den Kaçkarlar'a doğru yola çıkacağız. Herkes hazırlanıyor. Ben de yeni botlarımı ayağıma giyiyorum. Botlarımı her gören "yeni mi? " diye soruyor. Ben kasıla kasıla "evet" diyorum. "Giymesen iyi edersin.Yeni ayakkabı ayağını vurur" diyorlar. Çaresiz etrafıma bakıyorum. Baş danışmanım Neriman, daha önceki yürüyüşlerden tanıdığım, sevdiğim bir arkadaş. Hemen ona gidip soruyorum. Onun da onayıyla özene bezene aldığım botlarımı otobüste bırakarak eski lastik pabuçlarımla yola çıkıyorum.

Kafile hafif bir yokuştan yavaş yavaş yürümeye başlıyor.Ben de sırtımda çantam, yüzümde mutlu bir gülümseme yola koyuluyorum. Ancak yüzümdeki gülümseme 200 metre sonra endişeye dönüşüyor. Yokuş çıkarken çok zorlanıyorum. Bir iki yüz metre daha gidince nefes nefese kalıyorum. Bir süre sonra da kendimi iyice kötü hissediyorum. Erdür Bey tecrübeli bir dağcı olarak durumu tesbit ediyor. "Nergiz Hanım siz yolun başında böyle oldunuz. Yukarı gelemezsiniz. Burada kalın dönüşte sizi alırız" diyor. Biran ne kadar haklı olduğunu düşünüyorum. Ayder de güzel bir yer, üç gün dinlenirim diye düşünüyorum. Bu arada Erdür Bey çantama bir el atıyor ve çok ağır olduğunu söylüyor. O zaman ben yaptığım vahim hatayı anlıyorum. Uyku tulumu ve çadırımı alıp yola devam etmeye karar veriyorum. O sırada Dağ Kafe'den geçiyoruz. Eşyalarımı bırakabileceğimi söylüyorlar. Bana kalsa uyku tulumumu ve çadırımı alıp devam edeceğim. Nasıl olsa birileri yiyecek verir diye düşünüyorum.Çantamı telaşla boşaltıyorum. Zira herkes yürümeye devam ediyor. İki büyük naylon torba dolusu eşyayı fotoğraf makinelerinden büyük olanı da dahil Dağ Kafe'de "merak etme hiçbirşeyin kaybolmaz" diyen kahveciye bırakıyorum. Eşyalarımı bırakırken kahvecinin çırağı eldivenlerimi almamı söylüyor ve çok haklı çıkıyor. Eldivenleri sıkça kullanıyorum. Erdür Bey yiyecekleri almamı söylese de ben bir kısmını bırakıyorum. Diğerlerine yetişmek üzere hafiflemiş olarak yola koyuluyorum.

Hafif bir yokuş. Muhteşem bir manzara . Yeşilin ne kadar fazla tonu varmış. Kafanı sağa çevirince dağların tepesinden dökülüp gelen suları görüyorsun. Kuş ve su sesleri arasında yürünüyor. Ama benim manzara görecek halim yok. Diğer yürüyüşçülerle aramı açmamaya çalışıyorum. İlk molada hafiflemiş olsa da bana taş yığını gibi gelen çantamı yere bırakınca bir nefes alıyorum. Ancak etrafıma bakabiliyorum. Mor boru çiçeklerini, ufak beyaz mineleri farkediyorum .

İki saatlik bir yürüyüşten sonra etrafı çam ağaçlı tepelerle çevrili bir düzlüğe geliyoruz. Hava kararmak üzere. Herkes bir tarafa dağılıp çadırlarını kuruyor. O zaman anlıyorum ki daha önceden gruplar kurulmuş, iş bölümü yapılmış, Neriman'lar beni kendi gruplarına alıyorlar. Herkesle birlikte ben de çadırımı kurmaya çalışıyorum. Fakat beceremiyorum. Arkadaşlar yardımcı olmaya çalışıyorlar ama herkesin işi başından aşkın. Hava kararmadan çadırlar kurulacak, yemek yenecek . .Sonunda benim çadır kuruluyor. Kimsenin gözü çadırı tutmuyor. Ben hala dışarıda yatabileceğimi söylüyorum ama kimse beni kaale almıyor. Tabi nedenini iki saat sonra anlıyorum. Etrafı sis basınca herşey yamyaş oluyor. Acele bir organizasyon yapılıyor. .Eşyalar benim çadıra konuyor.En büyük çadırda üç kişi yatıp bana Fikret'in çadırında yer açılıyor.

Çadırlar kurulduktan sonra yemek telaşı başladı. Tabi benim hayallerim burada da gerçekleşmedi. Etraf o kadar rutubetliydi ki ateş yakmaya imkan yoktu. Grupların küçük ocakları var. Bereket yanıma hazır çorba almıştım. Şimdi sıra bir tabak sıcak su bulmaya kalıyordu. Konserveler açıldı. Yolda bozulmadan gelebilen börek, çörekler yenildi. Benim haşladığım patates ve yumurtalar bozulmuştu. Çantamda iki kilo civarında (artık gözümde herşey kilo ile ölçülüyordu) yiyeceği bizim gruptakiler istemeyince yan gruba teklif ettim. Sevinerek aldılar.

Herşeye rağmen bir şişe cep konyağımdan vazgeçmemiş, yukarı kadar getirmiştim. Grup konyak şişesinin varlığına çok sevindi. Ancak bir iki kişi birer yudum almıştı ki konyak şişesi devrildi ve konyak çimenlerin arasında acıklı bakışlarımıza aldırmadan yokoldu.

Akşam ay gerçekten bütün ihtişamıyla tepelerin arkasından çıktı. Ancak yarım saat içinde göğü bulutlar kapladı ve ne yıldızlar, ne ay görünmez oldu.

Sabah bizim gruptan bazı kişiler gruptan ayrılmaya karar verdiler. Zira esas grup Kaçkarlar'ın güneyindeki uzun rotayı seçmişti. Her akşam çadırlar kurulup kaldırılacaktı. Halbuki gidip Kaçkarlar'ın eteğine kamp kurup etrafı dolaşmak mümkündü.Ben kararsız kalınca yine Neriman'a danıştım. O da performansımın hiç de kötü olmadığını ve zor olanı denememi söyledi.

Bütün gece sol omuzum ağrıdı. Sabah kalkınca gördüm ki sırt çantasının sağ tarafı sola göre daha sıkı. Bu düzeltme yapıldıktan sonra, içine peynir doğranmış çorbamı ve çayımı da içtikten sonra hafifleyen çantamla kafileyle birlikte yola koyulduk. İkinci gün etrafın keyfini daha fazla çıkararak yürüdüm. Fotoğraf makinam boynumda , gördüğüm her çiçeğin fotoğrafını çekerek yürüyüşe başladım. Ancak yarım saat sonra sırtımdaki yük yine tahammül edilmez hale geldi. On dakikalık molalar inanılmaz güç veriyordu. Aşağı Çaymakçur ya da Ermenice adıyla Ceymehcur yaylası sisler arasında görüldü. Ağaçların, yeşilliklerin arasında ahşap evler. Çamlıhemşin'de oturan insanlar hayvanlarını alıp Kaçkar'ın etrafındaki Çaymakçur, Dilber Kavran gibi yaylalara çıkıyordu. İnekler, çiğdem çiçekleri ve yoncalarla besleniyordu. Kadınların başında yöresel, ipekli renkli kumaştan turbanlar vardı ve sanki bütün kadınlar, çocuklar olağanüstü güzeldi.

İkinci gün devamlı bir tırmanma halindeydik.Bir süre normal yoldan, daha sonra dere tepe düz gittik. 1500 metreden itibaren hem çiçek çeşitleri değişti hem de ağaçlar bitti. Taşlı ve bodur bitkilerden oluşan bir bitki örtüsü çıktı karşımıza. Ama hala her adımda bir başka çiçek türüne raslamak mümkündü.Aşağı Çaymakçur'dan Nazım bize rehberlik etti ve patikayı gösterdi. Dimdik bir yamaçtan çıkarken elinde sopasıyla bir adama rastladık. İnanılmaz ama bu İDADİK üyesi Sevgi'nin babasıydı. Bize yolu tarif etti. Ayakta zor durulabilen dimdik yamaçlardan tırmandık. Öğleye doğru sis bastırdı. Sis inanılmaz birşey.Ortalık günlük güneşlikken on dakika sonra sis dalgasının geldiğini görüyorsunuz ve o sis dalgasının içinde kalıyorsunuz . Üç metre ötenizi göremiyorsunuz. Sisin içinde kalınca yağmurda yürüyor gibi ıslanıyorsunuz. Grupta herkes tedbirli. Geniş yağmurlukları var. Sırt çantalarının üzerine, yağmurluğunu giyen herkes deve gibi oluyor.Ama yağmurluklar renkli olduğu için kırmızı,sarı,mor develer...Benim de yağmurluğum var. Çünkü uyarmışlardı. Ama benimki normal yağmurluk olduğu için sırt çantam açıkta kalıyor.

Sis içinde dimdik bir yamaçtan yukarı tırmanıyoruz. Tepenin sonunda bir gölün kenarına geliyoruz.Göz gözü görmüyor. Tabi bu ince ince bir yağmur yağıyormuşcasına bir etki yapıp herşeyi ıslatıyor. Gölün kıyısına kamp yapmaya karar veriliyor. Zirve yapmak isteyen bir grup var. Onlar erken kamp yapıldığı için rahatsızlar. Ama siste nerede olduğunu tesbit etmek çok zor. Bu gece Fikret 'in çadırına Neriman da geliyor. Henüz saat 16.00. Ancak çadırın dışında olursan ayakta durmak zorundasın. İçerde isen yatmak. Etraf karanlık. Çadırın dışında kalmak demek ıslanmak demek. Yemekte Fikret 'in karısının yaptığı zeytinyağlı yaprak dolmaları var. Bu inanılmaz bir lüks. Bizim ocak diğer grupla gittiği için ödünç bir ocak alıp su ısıtıyor ve çay içiyoruz. Bu da diğer lüksümüz. Ah bir de konyağımız olsaydı!

Ben çadıra giriyorum ve hafta sonunu niye deniz kenarında ve farklı bir şekilde geçirmediğime biraz hayıflanıyorum. Uyumamak lazım yoksa sabaha karşı erkenden uyanılacak. Neriman'la laflıyoruz.

Sabah çadırın kapısından kafamızı uzattığımızda gördüğümüz manzara inanılmaz güzel. Pırıl pırıl bir güneş. Üç tarafı sivri, yüksek tepelerle korunaklı pırıl pırıl bir göl.Burası Karadeniz Gölü. Hepimizin keyfi yerine geliyor. Sımsıcak bir hava. Islanan çoraplar, T-shirtler, uyku tulumları güneşin altına taşların üzerine seriliyor. Etraf bir panayırın renk cümbüşünü yaşıyor. Herkes keyifli. Herşeyimiz kuruyor. Ve Lanetliler Geçidinden tekrar yola koyuluyoruz. Önümüzde duvar gibi dimdik bir yamaç var. İçlerinde benim de olduğum yavaş giden bir grup önden yola çıkıyoruz. Zorlu bir tırmanış. Göle tepeden bakmak keyifli. Etrafta her renkten çiçek tarlası...Burası 2000 metre. Dik yamacın diğer tarafında bir göl daha....Deniz gölü. Herkes keyifli. 2300 metredeyiz ve etrafta bu metrelere ait sapsarı çiğdem tarlaları ve pembe çiçekler var. Biraz sonra Deniz Gölü'nin kenarındayız.

2800 metredeyiz ve bir süre sonra tekrar sis bastırıyor. Hedefimiz Kaçkarların eteğindeki Mezovit yaylası. Burası klasik rotayla giden kampcıların durak yeri. Sisin içinde bir süre daha yürüyoruz. Bir düzlük bulup kamp yapıyoruz. Saat henüz 15.00 olduğu için bir grup zirve yapmak amacıyla ayrılıyorlar.

Bu zamana kadar herşeyim ıslanmış durumda. Lastik ayakkabılarım vıcık vıcık su içinde, bir tane kuru çorabım kalmış. Çadırımı kuruyorum. İlk defa doğru dürüst bir çadır olduğu ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar hep yanlış kurmuşum. İçine giriyorum ve iyi ki yanıma aldığım kitabımı okuyorum. Çadırdan dışarı çıkamıyorum çünkü ayakkabılarım yamyaş . Ayağımdaki tek kuru çorabım da ıslanmasın istiyorum. Biraz sonra sis hafifce açılıyor. Ayaklarıma naylon torba geçirip, ayakkabılarımı giyip çadırdan çıkıyorum. Sisler içinde bütün ihtişamıyla Kaçkarlar'ın zirvelerini görüyorum. Sis bir yoğunlaşıp bir açılıyor. Benim çadırın içi yamyaş. İttifakla bu çadırda kalamayacağıma karar veriliyor ve sabah güneşin açması dileğiyle Aybars 'ın çadırına misafir oluyorum. Çünkü Neriman 'la Fikret zirvecilerle gittiler.

Ertesi sabah kalktığımızda sisin kalkmış olduğunu görüyoruz. 2900 metredeyiz. Toparlanıp yola koyuluyoruz. Dimdik bir patikadan aşağıya iniyoruz. Herşeye rağmen keyfimiz yerinde. Ancak bu keyfimiz uzun sürmüyor. Cankıraş bir haykırışla duruyoruz. Nuri ayağını belki kırıyor, belki burkuyor. Anlamıyoruz. Ama canı çok yanıyor. Grubun doktoru Füsun hemen yardıma gidiyor. Nuri'nin ayağı sarılıyor. Yükünün bir kısmı paylaştırılıyor. Tekrar yola çıkıyoruz. Nuri hızlı yürüyemiyor. Bu da grubun temposunu yavaşlatıyor. Benim bu tempoya hiç itirazım yok. Çiçek çeşitlerinden ikişer adet toplamaya başlıyorum. Zira yüksekliğe göre farklı çiçekler olduğunu farkediyorum. 2600 m.deki sarı çiğdem tarlaları artık yok. Ama yine de yüzlerce çeşit çiçek var. Bir süre sonra inekleri görüyoruz. İlk medeniyet belirtisi! Bir süre sonra bir yamacın ucundan Yukarı Kavran yaylası gözüküyor. Aşağı Kavran'daki İsa amcanın kahvesi efsane gibi anlatılıyor. Çay demleteceğiz, ocağı yaktırıp eşyalarımızı kurutacağız. Grup İsa amcanın kahvesi hayaliyle hızlanıyor. Arkadan Nuri 'lerin geldiğini hesapladığım için ben pek aldırmıyorum. Bu keyfim uzun sürmüyor. Tam yola inmeye 20 metre kala ayağım kayıyor, düşüyorum. Canım çok yanıyor ama esas en son andaki dikkatsizliğime sinirleniyorum. Sırt çantamı alıyorlar. Kaçkarlar'da her taraf derelerle dolu. Yolun kıyısından akan buz gibi bir dereye burkulan bileğimi sokuyorum.

Artık normal araba yolundan yürüyeceğiz. Grubun büyük bir kısmı önden gittiler. Biz sakatlar grubu arkadan yavaş yavaş yola çıktık. Aşağı Kavran'a geldiğimizde İsa Amca'nın kahvesini kapattığını ama bizi evinde misafir ettiğini öğreniyoruz. İsa Amca'nın evi bir giriş, içinde ocak olan bir oda, bir de depodan oluşuyor. İsa Amca doğa ve dağcıların dostu Yılmaz Güney'le askerlik yapmış. Duvarda Yılmaz Güney'in bir posteri asılı. Bize yoğurt, ekmek, çay ikram ediyor. Ateşin karşısında ısınıyoruz. Çantalarımızda kalan ilaç ve yiyecekleri İsa Amca'ya bırakıp yola koyuluyoruz. İsa Amca bir dahaki seneye açacağı kahveyi anlatıyor.

Artık 1500 metre civarındayız sisin içinde çam ağaçları var. Her taraf yine yemyeşil ve sulak. Dereler, şelaler, çiçekler ağaçlar arasında yoldan yürüyoruz. İsa Amca'nın kahvesinde bileğim, sarıldığı için daha rahat yürüyorum. Nihayet akşam üstü Ayder'e varıyoruz. Dağ Kafe'den bıraktığım eşyalarımı alıyorum. En az altı yedi kilo bırakmışım. Ne kadar lüzumsuz eşyalarmış aldıklarım! Hemen kendimizi Ayder Kaplıcaları'na atıyoruz. Kaplıcada yanımızdaki kadın bize suyun faydalarını anlatıyor. Hem sıcak , hem soğuk sudan içilmesi gerekiyormuş. Sakatlar, çocuğu olmayanlar, baş ağrısı, diş ağrısı vb. her derde devaymış bu kaplıcalar. Biz ise yorgunluğumuzu atıyoruz keyifle. Kaplıca sonrası bir yere oturup bira, salata ve peynirden oluşan bir ziyafet çekiyoruz kendimize.

Ayder, Pazar ve Ardeşen'de dikkatimi çeken en önemli konu erkeklerin kadınlara yiyacekmiş gibi bakması. Her farklı kadını potansiyel 'Nataşa' gibi görüyorlar.

Dağılan grup yavaş yavaş toplanıyor. Kaplıcadan çıkanlar otobüse biniyorlar. Ancak herkesin bacakları tutulmuş. Molalarda otobüse inip binerken sanki dağcılar grubu değil de sakatlar grubu gibi bir hava var ortalıkta. 30 saat sonra İzmir 'deyiz.

Gelecek sene yine Kaçkarlara gideceğim. Bu sefer yanıma ne alacağımı, nasıl gideceğimi bilecek ve Kaçkarların keyfini çıkaracağım.

Ayın yemeği Hünkar Beğendi

Geçen ay tarif ettiğimiz yemekle eşinizin kalbine giremediyseniz bu ay tarifimizi deneyince kesin sonuç alacağınıza garanti verebilirim.. Yemeğin adından da anlayacağınız gibi bu yemeği hünkarlar bile beğenmiştir. Yemek biraz zahmetlidir ama ne yapalım ki siz de sevdiğiniz eşinizin kalbinde kendinize iyi bir yer açmanın o kadar da kolay olmadığını bilmeniz gerekiyor.
Yalnız yaşayan bir kadınsanız ve yeni tanıştığınız hoş bir erkeğin kalbine girmek istiyorsanız bu yemek özellikle tavsiye-i şayandır.
Onu yemeğe davet ettiğinizde komşulara görünmeden evinize nasıl gireceğini kara kara düşünmeye başlarsınız.. Çünkü her apartmanda yalnız yaşayan bir kadının her hareketini takip eden ve her an her türlü dedikodu üretmeye hazır bir komşu vardır. İşte bu noktada maalesef kadın dayanışması söz konusu olamaz..Zira sizinle ilgili her türlü dedikoduyu hayatından mutsuz bir komşu kadın yapacaktır. Yalnız yaşadığınız için sizi kocası için muhtemel bir tehlike olarak görecektir. Tabi bu koca da punduna getirip de sizinle nasıl ahbap olabilirim diye yolunuzu gözetleyecek size her rastladığı yerde ufak tefek tamir işlerinizi yapmayı önerecektir. Sizi ziyarete gelecek olan hoşlandığınız erkeğe bu durumu anlatmayı gururunuza yediremiyecek size gelirken kimsenin onu görmemesi için dua edecek ya da her türlü tehlikeyi(!) göze alarak bu yemek davetini yapacaksınız.
Aldığınız üç beş kuruş maaşla böyle bir davet yapmanız zor olduğu için, bir ay önceden para biriktirmeye başlayabilirsiniz. Bir şişe şarabın kaç para olduğunu öğrenince dudağınız uçuklayacağından sizi şimdiden uyarmayı görev biliyoruz.
Diyelim ki yeteri kadar parayı biriktirdiniz, komşuların dedikodularını da boş verdiniz bir de oğlunuzu evden göndermeniz gerekiyor ki bu işin en zor faslı olabilir. Her hafta sonu arkadaşlarına gitmek için size yalvaran oğlunuz bu cumartesi nedense evde kalmaya karar verir zira sizi hiçbir türlü paylaşmak istememektedir ve muhtemel bir tehlikeyi de hemen sezivermiştir.
Biz yine iyimserliğimizle bu sorunları hallettiğimizi varsayıyor ve yemeğimizi tarife başlıyoruz.
Sizin yeteri kadar et almadığınız düşünen kasabınızın kötü bakışlarına aldırmadan yarım kilo yağsız dana etini alırsınız. Eti bol soğan, salça, defne yaprağı ile yavaş ateşte iyice pişrirsiniz.Patlıcanları közleyip iyice ezdikten sonra tereyağında unla kavurur, sütü ilave edersiniz.Bu patlıcanlı sosla etinizi birlikte servis yapacaksınız.
Bütün cumartesi gününüzü yemek hazırlamakla mı geçirdiniz, arkadaşınız da nazik biri en son dakikada telefon edip bir işi çıktığını söylemedi ve güzel düzenlenmiş bir masanın başında karşılıklı yemek yiyorsunuz..
Ama bu koşuşturma ve stresten sonra bir kadeh şarap içince sizi dayanılmaz bir uyku bastırırsa ve nazik arkadaşınız size kibarca iyi geceler deyip bu güzel yemek için teşekkür edip giderse, moralinizi sakın bozmayın. Bu lezzetli yemekle kalbinde bir köşe kaptığınız kesindir.

Evli Bir Erkeğe Aşık Olsak mı, Olmasak mı?

İlk tedbir olarak evli bir erkeğe aşık olmamaya çalışın. Şimdi diyeceksiniz ki bu aşk dediğin şey öyle planlı, programlı olmuyor ki.
Evet! Çok haklısınız ama eğer ilk bakışta bir aşk yaşamıyorsanız gelen felaketi hissedebilir bazı tedbirler alabilirsiniz.
En klasik tedbir olarak hoşlandığınız ve ateşin bacayı sarmaya başladığı o adamda uzak durun. Canınız onu aramak istese de, ayaklarınız sizi onun olduğu yerlere çekse de yol yakınken dikatinizi başka yerlere çevirin. Ya da karısıyla çok samimi arkadaş olun böylece kadın dayanışması bilinciyle o “tehlikeli adamdan” uzak durabilirsiniz. Bu durumda aşkınızdan ölseniz bile bu duyguyu içinize gömer, suçluluk duygusu aşkınızı köreltir.
Bütün bunları denediniz ya da denemeye fırsatınız olmadan evli bir erkeğe aşık oldunuz Ve maalesef o da size aşık oldu. Maalesef diyorum çünkü bu tehlikeden kurtulmanın diğer bir yoluda onun size yüz vermemesi - Karısına ya da sevgilisine bağlı bir adam olması - işte bu noktada sonra yaşayacaklarıızı bilmeli ve buna göre ayağınızı denk almalısınız.
Evli bir adama aşıksanız onu öyle içinizden geldiği gibi arayamazsınız. Gündüz işyerinden dedikoduya mahal vermemek için canıızı çektiği gibi değil ‘makul’ sürelerle arıyabilirsiniz. Tabii geceleri evinden hiç arayamıyacağınız için onun sizi aramasını beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyor. Ona da hak vereceksiniz.Adamın işi gücü var. Habire sizi düşünecek değil ya.Tabii tam o sizi aradığında işiniz varsa konuşamadığınız için kahrolacaksınız. Onun size telefon etme ihtimali olduğu zamanlar odanızdan çiş yapmak için bile çıkmamalısınız. Çünkü tam o sırada sizi arıyabilir ve haklı (!) olarak sizi bulamadığını söyler. Eğer boş bulunup beklemediğiniz bir anda ararsa çok sevinirsiz ama ona anlatacak bir yığın konunuz varken pek çoğunu unutursunuz Telefonu kapatınca kahrolursunuz.Bu durumu engellemek için önceden notlar alıp elinizin altında bulundurun ki telefonla konuşurken unutmayasınız.Bu da son derece suni bir hal ama en azından söylemek istediklerinizi söylemediniz diye üzülmenizi engeller.Tabii bu telefon görüşmeleri ancak ve ancak sizin ve onun ofisinin de bağımsız olmasıyla mümkündür.Yoksa bütün elemanların büyük odada oturduğu, hiç bir mahremiyetin olamıyacağı “modern” bir şirkette çalışıyorsanız evli erkeklere beş metreden fazla yaklaşmamalısınız.
Evli bir erkeğe aşıksanız ona olur olmaz hediyeler alamazsınız.İnsan,sevgisini karşındakini düşündüğünü en güzel hediyeyle gösterir demeyin.Vitrinde gördüğünüz hoş bir gömleği ona yakışır diye alamazsınız.Adam karısına ne diyecek? Zira hepimizin bildiği gibi pek çok erkeğin don dahi her türlü alış verişi eşi tarafından yapılır.Koku da alamazsınız.Geriye kala kala ofisinde kullanabileceği ufak tefek hediyeler ve kitap,kaset kalıyor.Kitabın içine içinizden geçen bir iki hoş sözü bile yazamazsınız.Hatta çok diğergamsanız ona doğru düzgün mektup bile yazamazsınız.
Sevgiliniz evli olduğu için size haftada bir gün ayırsa çok mutlu olursunuz.Ama onun da bir yığın sorumlulukları olduğu için herzaman bu vakti size ayırmakta zorlanır.O da siz de bu duruma sıkılırsınız. İlişki giderek keyifli olmaktan çıkar bir yük halini alır.
Bayram yılbaşı gibi özel ve “resmi ” tatil günlerinde elbette ailesiyle birlikte olacaktır.Birlikte tatile gitmek ya da sabah birlikte kahvaltı etmek gibi lüksleriniz olamaz.Ya da çok nadiren böyle bir fısat karşınıza çıkabilir. Aman o zamanın da çok iyi geçmesi için elinizden geleni yapınız.Tartışma yaratabilecek en ufak bir konu açmayıız. Sonra kendinizi afffetmezsiniz.
Bu yazıyı okuduğunuz halde gidip hala evli bir erkeğe aşık olursanız size diyecek bir lafımız kalmaz.Ama bilin ki burada suçlu sizsiniz. Ve ortaya çıkacak durumlardan kimseyi suçlamayınız.
Eğer duygularım,aşkım,tutkularım özgürlüğümdür diyorsanız ve her türlü tutkumu;acılarına
hüznüme karşın yaşamak istiyorum diyen Carmen ruhu varsa sizde ; bize, “lütfen vazgeçmeyin! O kadar azsınız ki bu toplumda” demekten başka ne düşer.

HAYATIMIN ÜÇ ERKEĞİ

AHMET EFENDİ
Ahmet Efendi bizim muslukçu. Kendisiyle sık sık görüşürüz çünkü bizim evin muslukarı , kloseti ,duşu habire bozulur.Hatta bir keresinde banyodaki evye yerinden çıkmıştı. Velhasıl müteahhitin azizliği sonucu biz Ahmet efendiyle iyi ahbabızdır. Tesisat işlerinin dışında da ufak tefek tamirlerimi yapar.

Ahmet efendi bana hep "yenge" diye hitap eder. Bu geçmişte sosyalistlerin kadınlara "bacı" demesi gibi birşey. O bana yenge deyince ben de onun benimle ilgili "kötü" niyetleri olmadığını anlarım.

Ahmet Efendinin karısı da bize temizliğe gelir. Arada bir sohbet ederiz de o bana karşı saygılı, efendi davranan Ahmet efendinin karısına neler yaptığına bir türlü aklım ermez. Karısı evde köledir. Bütün gün evlerde canı çıkar sonra da kocasına hizmet etmek zorundadır. Akşamları ayaklarını yıkatır Ahmet Efendi. Kafası bozulunca olur olmaz sebeble karısını döver. O erkektir. Toplum ona bu türlü hakkı ları hatta fazlasını vermiştir.

Çok kıskançtır.Karısı başını örtmeden sokağa çıkamaz. Ancak karısı onu kıskanamaz.Ahmet efendi yalnız yaşadığımı bildiği için zaman zaman çaktırmadan beni kollar. Biraz yüz bulsa çeşitli tekliflerde bulunmaya hazır olduğunu anlarım . Heran tahrik olmaya hazırdır.Zaten yolda gördüğü mini etekli, açık giyimli ve hatta gösterişli her kadın onun tahrik eder. Bu elbette onun kabahati değildir. Kadınlar tahrik etmemek için gerekeni yapmalı, her erkeğin tahrik olma eşiği farklı ise de her ihtimali göze almalıdırlar.

Ahmet Efendi heran kızdığı birisinin anasına birşeyler yapmaya hazırdır. Hem bu işi bu kadar çok nasıl yapacağını merak edersin, hem de zavallı annelerin ne kabahatı var diye düşünürsün.

Ahmet efendi hayatımda önemli bir yer tutmadığı için hayatımın ikinci erkeği Ahmet Bey'e geçebiliriz.

AHMET BEY

Aynı iş yerinde çalıştığım arkadaşımdır. Karısı bir bankada çalışmaktadır ve evde belli sınırlar içinde söz sahibidir.Ahmet bey masondur ve rotary klüp üyesidir. Bu klüpler hem ona statü sağlar, hem de iş ilişkilerinde yararlı olur. Bu erkek klüplerinin en önemli özellği birbirlerini korumalarıdır.

Ahmet bey her konuda uzmandır. Iş , spor. politika , sanat .. Ahmet Bey asla hata yapmaz . Yapsa da asla kabul etmez. Erkek erkeğe iken bol geyik muhabeti yapılır. Ben de aralarına girebilmek için onların bu muhabetine katılır, hatta onlardan daha açık saçık fıkralar anlatarak kendimi kabul ettiririm. Ancak Ahmet beyleri böyle hoş sohbet içinde görünce zannetmeyin ki birbirleriyle iyi ahpaptırlar. Tabi ki hayır. Çünkü hayat Ahmet beyler için acımasız bir rekabet demektir. Ve her an birbirlerinin açığını bulumaya çalışırlar.

Ahmet bey'in işi çok önemlidir. Evin her türlü düzeni buna göre ayarlanmıştır. Çocuklarla ilgilenmek, onları doktora götürmek gibi işleri çalışsa da karısı yürütür. Ama bu konularda örneğin çocuğun hangi doktora götürüleceğü gibi karar ve son söz Ahmet bey'indir. Ahmet bey arada bir salata yapar ya da sofra kurarsa karısı çok sevinir ve her yerde kocesının kendisine ne kadar yardımcı olduğunu söyliyerek onu teşvik eder. Çünkü Ahmet Bey'in canı istemezse bu işleri yapmak zorunda değildir.

Ahmet Bey'in toplum ve iş hayatında sürekli tehdit altında olan otoritesi evde ve aile içinde güvencededir.Ahmet beyin karısı elinden geldiği kadar çabalar ama arada bir de sinirlenip diklenir. Işte o zaman Ahmet Bey elinde olmadan karısını döver. Sonra çok pişman olur, karısı hakketse bile çok yalnış yaptığını kabul eder ve kendini affettirmek için karısına pahalı hediyeler alır. Ancak ben Ahmet Bey'in bizim patrona hiç el kaldırdığını görmedim. En aşağılandığı zaman bile sesini çıkarmaz.

Karısı Hürriyet gazetesinin ekini okur ve buradan kocasını elinden kaçırmaması için neler yapması gerektiğini öğrenir. Onu pohpohlamalıdır, kendine bakmalıdır (zamanı nasıl bulacaksa) , ve daima onun başarısını ön plana çıkarıp her türlü sorumluluğu üstlenmelidir. Ahmet Bey yalnız yaşayamaz. Beş sene önce ilk eşinden ayrılmış üç ay içinde ona bakacak , hayatı onun için kolaylaştıracak yeni bir kadın bulup evlenmişti.Ahmet Bey kadın -erkek eşitlğinden yanadır. Hatta evde bu eşitlği sağlamak için karısını eğitir.Ama tabi yalnızca teoride. Pratikte Ahmet Efendiden pek farkı yoktur. Onun karısı da Ahmet efendi'nin karısı gibi Ahmet Bey'in uygun gördüğü şekilde giyinmeli, uygun gördüğü kişilerle arkadaşlık etmeli ve ortak hayatlarını Ahmet Beyin isteklerine gibi organize etmelidir.

Ahmet Bey feminizme şiddetle karşıdır. Bütün feministler çirkindir , evde kalmış kız kurularıdır ve hatta lezbiyendir. Bu konuda Hıncal Uluç ne kadar güzel yazmaktadır. Bu feministler aile düzenini tehdit eden toplumsal çıbanlardır. Feminist olan ortak bir arkadaşımızla karısı görüşmesin diye elinden geleni yapar.


BIZIM AHMET

Ahmet'le karısı çok eski arkadaşımdır.Toplumdaki fikri gelişmeleri izler , hatta birşeyler yapmaya çalışırlar.

Ahmet , biraz da ısrar ederek karısının devrimci olduğuna inandığı bir kadın derneğine üye olmaya ikna etmişti.. Karısı o günden sonra çok değişti. Kendi kararlarımı kendim veririm gibi laflar etmeye başladı. Ahmet tabi bir devrimci olarakl ona çok hak veriyordu. Elbette ilişkileri eşit olmalıydı. Ama bu onun için hayatı çok zorlaştırıyordu. Karısı akşamları dernekle ilgili toplantılara gidiyor, çocukların kreşten alınması , yedirilip yatırılması işi Ahmet'e kalıyordu.Son zamanlarda da yalnız dernek işi için değil sırf arkadaşlarıyla yeyip ,içmek gezmek için de sağa sola gider olmuştu. Ahmet de devamlı arkadaşları ile buluşur eve geç giderdi ama karısına bu konuda çok sinirleniyordu. Ne de olsa kadındı ve kadınların içgüdüleri ve fiziksel yapısı erkeklerden farklıydı. Ayrıca komşular ne derdi.? Onun iyi niyetli olduğunu bilmezlerdi. Ancak bütün bu düşündüklerini karısına söyleyemiyordu. Ahmet Için için kendine bile itiraf etmeye çekindiği duygularla Ahmet beye çok özeniyordu. Ama entellektüel düzeyi onun gibi olmasına müsade etmiyordu.


Ahmet arada bir evde yemek yapar ve özellikle Ahmet beyin karısı etraftayken bunu anlatır ve epey sempati toplardı.Karısı hergün yemek yaptığı halde Ahmet gibi bununla övündüğünü duymadım. Ahmet kendisinin feminist olduğunu ,feminizmin kadınlara bırakılmayacak kadar önemli bir konu olduğunu savunur

Karısını çok seviyordu. Akıllı bir kadındı. Onunla hayatın her alanına dair tartışabilirdi. Karısı "Insan özel ilişkilerinde eşitlik sağlamadan , toplumda nasıl eşitlik sağlayabilir" diyordu.Nitekim Ahmet'in hoş gördüğü olayları mesela ,karısını döven erkeklerin kınanmaması gibi , o hazmedemiyordu. Fiilen dövüp dövmemenin önemli olmadığını , bunu yaptığını bildiği insanlara tavır koymayarak bu değerleri paylaştığını ve yeniden ürettiğini söylüyordu. Ahmet karısına çok hak veriyordu ama böyle zaman, mekan düşünmeden , olur olmaz her yerde sert bir tavırla bunu dile getirmesi de gerekmiyordu. Hem o suçladığı eski arkadaşlarıydı ve karısı da pek şikayetçi değildi.

Açıkçası ben de Ahmet'in karısının işi abarttığını düşünüyorum. Ahmet daima ev işlerine yardım etmiş ama karısına yaranamamıştır. Karısı niye yardım da sorumluğu paylaşmıyor diye itiraz etmiştir.Yardım demenin bile o işe sahiplenmeme olduğunu, geleneksel kadın erkek rollerini benimsemek olduğunu savunmuştur. Ahmet'in karısını dövdüğünü hiç duymadım ama elbette teorik olarak ondan üstün olduğu için bunu her eline geçen fırsatta kullanır.Karısı onun erkek değerlerini sorgulamamakla , erkeğin içine doğduğu ayrıcalıkları elde ettiği her fırsatta kullanmakla , toplumdaki kadın üzerindeki baskıların sürdürülmesine ortak olduğunu savunur ve onu samimi olmamakla suçlar . Ille de her konuda ki eşitsizlikleri öne çıkarır.

Canım bu devirde Ahmet gibi erkek bulmak kolay mı ? Neden karısı onun kıymetini bilmez bir türlü anlamıyorum.

'AKILLI” OLMAK İSTEMİYORUM

Bu yazıyı bir arkadaşımın sen zeki bir kadınsın ama akıllı değilsin demesi üzerine yazma ihtiyacı duydum . Nedenini de aklın, geçmiş tecrübe ve bilgi birikimi ile özümlenerek çıkarılan derslerle yargılama gücü, duyguları denetlemek ve hayatta zarar görmemek olduğu şeklinde özetledi . Benim de zaman zaman duygularımla davrandığım için zeki ama pek de akıllı olmadığıma karar verdi.

Akılla duygu... İşle sanat.... Menfaatla dostluk.... Denetimle tutku... ikiyüzlülükle kavga... daha belki birçok benzer karşıtlık bulunabilir.

Kanımca dünyayı yaşanır kılan duygulardır .Sanatı yaratan duygulardır. Yalnızca para kazanmayı düşünen bir sanatçı ne kadar yaratıcı olabilir ? Sanat aklın değil duyguların çoşkuyla sel gibi akmasıyla oluşur.Yaratıcılıkta zeka ve duygu vardır ,akıl yoktur. Ama iyi bir iş insanı veya yuppi olacaksanız elbette aklınızı kullanacaksınız! Paranızı dolara mı , yoksa borsaya mı yatıracağınıza duygularınızla karar veremezsiniz. İş ilişkilerinde devamlı rekabet vardır. Buna karşı devamlı aklınızı kullanmak kendinizi kollamak zorundasýnýzdýr. En kızdığınız , boğazlamak istediğiniz kişinin - aklınızı kullanarak- yüzüne gülmek zorunda kalabilirsiniz. İşyerinde aklınızı kullanarak menfaatlerinizi herşeyin üstünde tutar dostlukları çok fazla önemsemeye bilirsiniz . Ya da tutkularınızı, çoşkularınızı , hüzünlerinizi akılınızla denetleyerek etrafa çaktırmazsınız. Hüzünler, sevinçler, kıskançlıklar, tutkular, ağlamak, baðýrmak . Bu duygular çok insanidir. Ama özellikle erkek dünyasında duyguların gösterilmesi zayıflık göstergesidir.

Arkadaşım biraz haklı , Haklı çünkü baktığı zaman ben duygularıyla davranan yargýlama gücünü kullanmayan biriyim. Bir filmden çıkarken beni hüngür hüngür ağlarken görmeniz çok mümkündür. Halbuki pek çok kişi aynı filmi seyrederken benimle aynı duyguları hissetse bile içinden gelen ağlama isteğini bastırır , nedense başkalarının ağladığını görmesini istemez , Ayrıca zaten o bir filmdir, gerçek değildir. Böylece duyarlılığımızı, bastırmayı .duygularımızı örneğin ağlayarak ifade etmemeye ve kanımca giderek belki de duyumsamamaya başlarız. Canımızı yakan bir konuda da ağlamayarak, sinirlendiğimizde bağırmayarak, ya da içimizden geldiği halde çılgınca şarkı söyleyip dans etmeyerek çok”düzgün” bir kişi olabiliriz. Pazarda dolaşırken gözlerinin içi gülen bir çocukla elalemin çocuğu diyerek oynaşmazsak , giderek o güzelliği görebileceğimizden şüpheliyim. İçimizde fırtanalar yaratan tutkulara, sevgilere, kıskançlıklara hep aklımızla gem vurmamız öğretilir. Hep sınırlar vardır. Oysa duygularının çoşkusunu yaşamak; acıyı, hüznü, sevinci, çoşkuyu, hiddeti kanımca zor ,

Enflasyon , geçim derdi .iş hayatındaki rekabet ve çatışmalarla başedebilmek için hep aklımızı kullanmak zorundayız. Bu koşuşturma içinde kendimize ayırabileceğimiz ve ayırabildiğimiz zamanımız o kadar az ki... İşte bu zamanlarda duygularımı denetlemek istemiyorum. Ağlamak . kavga etmek . dokunmak. sevişmek . zıplamak . sarılmak , bağıra bağıra şarkı söylemek velhasıl içimden ne geçiyorsa onu yapamak istiyorum. İnsanları seviyorum , doğayı seviyorum , çocukları seviyorum , Bana ait bu zamanlarda beni böyle seven ve akıllılarını, hırslarını ön plana çıkarmayan içten davranan, kendini kısıtlamayan insanlarla beraber olmak istiyorum. Bir anlamda hesaplı ve kitaplı olmak olan “akıllı” olmayı istemiyorum. Akıllı olmayı seçmiyorum. Yukarıdaki tarif çercevesinde akılın insanların özgürlüklerini sınırlandığını, kişileri belli kalıpların içine hapsettiğine inanıyorum. ve en azından özel hayatımda “akıllı” olmak istemiyorum. 'Akıllı' olsam bugün yaşadığım güzellikleri de , hüzünleri de , çoşkuları da, acıları da yaşamayacağım ve tabi ki ben olmayacağım.

3 Ocak 2010 Pazar

AYIN YEMEGİ ZEYTİNYAGLI FASULYE

AYIN YEMEĞİ
Bu köşede her ay bir yemek tarifi vereceğim. “Erkeği kalbine giden yolun midesiden geçtiğini” hepimiz biliriz. Nitekim erkeklerin göbekli olmasında, bu atasözünün payı çok büyüktür. Size vereceğim yemek tarifleriyle saçızınızı süpürge edip, eşinizin midesinden geçip, -sakın kafanın civarına yanaşmayın!- Belki kalbinde kendinize bir yer açabilirsiniz. Pek çok erkeğin kalbi çok büyük olduğu için içinde daima dört-beş kadına yer vardır. Sizde bu tarifler sayesinde güzel bir köşe kapabilirsiniz.

ZEYTİNYAĞLI TAZE FASULYE
İşten sonra gidilen semt pazarından diğer sebze ve meyvelerin yanında fasulyeler de alınır. Elleriniz dolu olarak hızlı adımlarla eve gelinir. Taze fasulyeyi bir sonraki akşam için pişirmeizi öneririz. Yemeğinizi yiyip, bulaşıkları topladıktan, çocukların derslerine göz attıktan sonra keyifle televizyonunu karşısına geçilir. Tabi o gün maç varsa keyif alın ya da almayın maç izlenmek zorunda kalınır. Çünkü o günkü maç “en önemli” maçtır. Bugüne kadar hiç önemsiz maça rastlamadığınızı düşünürsünüz ama anlayışlı bir eş olarak sesinizi çıkarmazsınız. Eğer maç yoksa bir yanda televizyon seyreder bir yandan fasulyeyi ayıklarsınız. Televizyon öyle oturulup bacak bacak üstüne atılıp seyredilmez. Ya yapılacak ütü, ya ayıklanıcak sebze ya da dikilecek düğme vardır mutlaka. Fasulyeleri çok dikkatli ayıklamalısınız zira ne kadar lezzetli pişirirseniz pişirin fasulye yenirken çıkacak bir kılçık eşinizin yüzünü buruşturmasına sebep olacak, sizin canınız sıkılacak ve kalbe giden o yolda tökezliyeceksiniz.

Akşam televizyonda maç varsa sizde maç seyretmekten hoşlanmıyorsanız yemeği pişirmeye başlıyabilirsiniz. Eğer sevdiğiniz bir programı seyretme olanağınız varsa pişirme işini bir sonraki güne bırakabilirsiniz.

Soğanları küçük küçük doğrayın. Bu arada ağlamak istediğiniz bir konu varsa onu düşüüp ağlayabilirsiniz.Başka zaman ağlarsanız çocuklara, eşinize açıklama yapmanız gerekirken soğan doğrarken böyle bir açıklamaya gerek kalmaz, rahat rahat ağlayabilirsiniz.Soğanlar pembeleşinceye kadar zeytinyağında kavurun. Bu arada kızınızın sorduğu soruyu cevaplayım derken sakın soğanları yakmayın. Fasülyeleri de hafifçe kavurduktan sonra, tuz, sarmısak ve bir tutam şeker koyup hafif ateşte pişirin. Pişirirken 10-15 dakikada bir kalkıp kontrol edin. Unutmayın ki yemeğin güzel olması için “beraber pişmeniz” gerekir.
nergiz